hafta başından beri tek yaptığım şey yürümek oldu. her an her yere yürüme ihtiyacı hissediyorum. önümde uzanan yolu bilip bilmemem hiç fark etmiyor. sokaklarda kaybolmaktan korkmuyorum artık. müziğim kulağımda şarkı mırıldana mırıldana yürüyorum, etrafımı ilk kez görüyormuşçasına inceleyerek. yanımdan geçen insanların gözünün içine bakarak, yol veren arabalara ufak bir el hareketiyle teşekkür ederek, bütün mağazaların, dükkanların adını içimden tekrarlayarak, yanından geçtiğim evlerin pencerelerinden içeri göz atıp küçük ve masum voyeurismler yaparak yürüyorum.
yirmi yıllık yürüyememişliğimin acısını çıkarıyorum adeta. en yakın yere gidebilmek için bile otobüse, minibüse, arabaya, taksiye binme zorunluluğum beni bu kadar bezdirebilirmiş. bir şehirde özgürce yürümek istanbul'da mümkün olmaz sanırdım. her yerde e-5 vardı o zamanlar benim için. özgürce şehir turlamak roma'da kalmıştı. roma'da kalmayan bir şey var mıydı ki oysa? ama ben bunu düşünmeden yürümeye devam ediyorum.
bay türker'le aramdaki en büyük farklılık olan kedi sevgisi/zliğini cihangir sokaklarında törpülüyorum; çünkü cihangir kedilerinin kedigiller arasında hala bir şansları var, çokça şımartılmış olmaları onları güney'in kedilerine benzetmemiş. havasından mı suyundan mı arnavut kaldırımlarından mı cihangir kedileri uysal kalmayı, en azından öyle görünmeyi başarabilmişler.
üç bin dört yüz elli kez arşınladığım istiklal'e kıvrımlanıyorum. her seferinde o aynı his, heyecansa heyecan, hüzünse hüzün, dört bir yanım insan. hep o aynı düşünce, ne kadar çok hayat var. hep değişen o şarkı. bazen nancy, bazen jane, bazen lone jack, zeynep, leyla ya da layla, emily, nora luca, jesse, ortalama üçer dakikalık aralarla hepsine hayat veriyorum. onlar oluyorum.
maçka parkı ne kadar güzel. kısa film çeken insanlar var. bizim de bir gün filmimiz olur mu diyorum. bir yandan bunu yazarken bir yandan aklımda türlü türlü senaryolar oynuyor. ama komplolar değil tabii literally senaryolar. zor beğenmek çok zor. hele de ne istediğini bilmezken. çok yağmur çok su var. yine de geri dönemem ki, yürüyorum. 4. levent'ten bütün leventleri teker teker geçip hisarüstü yürümesi ne kadar akıl kârı. ama dedim ya işte kaybolma korkusu olmayınca bir kere, ara sokaklara gayet normalmişçesine dalmak vazife oluyor. otobüs durakları var sonra, checkpointlerim. bunun beni, prensesi kurtarmaya çalışan mario gibi hissettirmesi güzel.
insanın hem dönecek hem gidecek bir yerinin olmasının ayrı ayrı güzellikleri var. hem tüm çelişkilerin kaynağı da belki burada yatıyor. dönecek yerimiz sıcacık yatağımız, evimiz gidecek yerimiz ise arzularımız. ve yine seçim yapmanın ağırlığı omuzlarımızda. uçlara uçma, özgür olma güdüsüyle güvende hissetme ihtiyacımız sürekli kavga halinde. mutlak bir galip henüz yok. acı ki, olacak gibi de durmuyor. kördüğüm olmaya yüz tutmuş çelişkilerimizin her biri kendisinden vazgeçilemeyecek kadar değerli çünkü bizim için.
bugün yine dönecek yer'in galibiyeti kutlanıyor beşinci katın beş yüz beş numarasında.
ben mario, mario ruoppolo.
beatrice'mi ve metaforaları severim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder