Mayıs 31, 2011

hani.

hani çok okuyunca, çokça yazasın gelir; ama hiç yazacak vaktin olmaz ya..işte öyle bir şey.
umarım şu an yörüngemde dönüp duran elektronlar misali aklımdan ışık hızıyla geçen tüm düşünceler mental uzayımda kaybolup gitmez.

duacıyız. amin.

m.



Mayıs 22, 2011

for you I'll be hunting high and low.


"but I know I'll be hunting high and low
high -
there's no end to the lenghts I'll go to
hunting high and low
high -
there's no end to the lenghts I'll go to find her again."
(bir de put him, instead of her.)
seksenler sound'unun başarılı temsilcilerinden (radyo programı sunuyorum, evet) mükemmel isimli norveçli grup a-ha'nın debut albümlerine de adını veren şarkısı, "hunting high and low". geçen gün radyoda dinledim. dilime takıldı. not aldım sonunda. buraya kısmetmiş. açtım bir daha dinliyorum oh mis gibi. sevgiler.
the deer hunter.


kaybedenler kulübü hakkında.

murat tırpan'ın "kaybedenler hep erkek!" başlıklı yazısı.
ben yazsam aynısını yazardım, ama bu kadar iyi anlatamazdım sanırım.
insanın kendisiyle aynı şeyleri düşünen/düşünmüş olan birilerinin olduğunu bilmesi sevindirici.
teşekkürler murat tırpan, teşekkürler altyazı.

bir okuyucu.

Mayıs 21, 2011

kitapcan.


galatasaray'ın hemen yakınındaki can kitabevi ve bilhassa ikinci katındaki okuma için ayrılmış masa hooverphonic günü kalbimizi fethetti. girip uzun bir süre oradan çıkmamayı düşünebilirim. tepe lambası da tam bir dr. strangelove efekti veriyor. ezcümle (kaynak: murat s.) i strangely loved this place.

sevgili pseudoelf bu blogu tek okuyansın şimdilik, bu yeni kayıt'ım sana gitsin. bir gün de birlikte buraya gidelim. bu kırmızı, bak üstelik kırmızı, masada kitap okuyalım. sonra dikkatimiz dağılsın, kitaplarhakkındaherşeyibilençocuğun akıcı konuşmasına dalalım gidelim, unutalım başka her şeyi. güzel bir gün daha geçirebildik deriz, sonrasında hatırlayıp. çok mu sanki.

mcan.

the shuffle can do no wrong.

i met a man who felt the same way,
that the world had passed him by.
-check
told me all his troubles,

that the world had made him cry.
-check

life had kept him waiting,
-check
regretting his pain inside.
-very check
had to feel underrated,

-somewhat check
and hated, besides.
-checkoslovakia

life had kept him waiting,
-i said, check
regretting his shame inside.
-also check.
had to feel underrated,
-somehow c.
and hated, besides.
-check is a republic now

sometime world, pass me by again,
-check check amca
-shuffle neler edebiliyor insana, belli değil.
carry you, carry me, away.
-checkirdek chit chit away.

da da daa da daa da da dada daaa..
-off saçmalık. pure bullshit
.

why does the world pass us by again, again and again. sorarım.

yoldan geçen kadın.



Mayıs 19, 2011

bu günlük bu kadar.

bugün perşembe. birazdan selim'in günlüğünü okumaya başlayacağım. hayır, özellikle bugünü seçmedim bunu yapmak için. denk geldi diyelim. ben de turgut gibi korkuyorum okuyacaklarımdan sanırım, uygun ortam hazırlayacağım bunun için. canım kütüphaneye kapatacağım kendimi. ve eğer bugün biterse, kıyabilirsem bitirmeye uzun bir süre bir eksiklik olacak. bunu ben de düşünmüştüm, bu beni de böyle üzüyor. evet, ben de'ler çıkacak birdenbire hayatımdan. neyse ki alışığım ben o eksikliklerle yaşamaya.

o kadar çok yazabileceğim şey var ve bir o kadar da yok ki bu konuda. bir yerde anlamı yok, zaten yazılmış bir şeyin üzerine bir şeyler yazmanın. söylenebilecek her şeyi demiş o çünkü. insanların öylesine ne okuyorsun, diye sormalarından çok korkuyorum sadece. çünkü ondan sonra gelecek soru, nasıl? güzel mi? olacak ve ben o soruya cevap veremeyeceğim. çünkü güzel, çok güzel dersem bütün ruha ve selim'e ihanet olur bu. o yüzden gizli gizli okumaya çalışıyorum ben de.

hem selim hem selâmetle.

sondaki m. harfi.



Mayıs 18, 2011

out, damned spot.

impatiently waiting for the obvious fish in the coffee fortune.. you'd rather to be quick or (someone will) be dead.
yet, the puzzling spider problem remains unsolved. don't want to think about it.

and we're still the fragile lives on the edge.

lady m.


Mayıs 17, 2011

kendime not.

"ben psikoloji bilimini aşağılamıyorum, o beni aşağılıyor."

bir romanı olmayan bilim adamı.

Mayıs 16, 2011

işte öyle.

epizod 1.

yurtta bir süredir film izleyemeyişim canımı gerçekten çok sıkıyor. kulaklığım diğer tüm sesleri normal düzeyde verirken, insan sesleri neredeyse hiç duyulmuyor. haliyle izlediğimden keyif almam da olanaksızlaştı. elim kolum bağlı oturdum, blogsal sitemler düzüyorum.

acaba kulaklığım bana bir mesaj mı vermeye çalışıyor, diye düşünmeden edemiyorum. acaba, etrafındaki insanların sesini duy, çevrene kulak ver mi demeye çalışıyor bana? yaşadığından keyif alamazsın; görmek/yaşamak istemezsin kendi filmini mi demeye getiriyor? belki insan sesi olsa da olmayacak o film; ama o olmadan hiç olmadığını da biliyorum. ne yapıyor çevremize mütemadiyen bariyerler ören mekanik ayracımız? soyutlaştırgaç'ımız. sahiden de öyle. insanlardan başka tutunacak neyimiz var ki?

at kulaklığı, at gözlüğü(nü), rahatsızlık ver. olmaz mı?

epizod 2.

unuttum.

love,
princess aurora.

birtakım çirkinlikler.


"hikayedeki vicdan azabı canlı bir varlıktı. yanılmıyorsam dört ayaklıydı. evet. daha önce iki ayaklıymış da, vicdan azabından dört ayak üzerinde sürünmeye başlamış.
"

yollara cam parçacıkları saça saça ilerliyorum. kim ya da ne olduğunu umursamadan önümdekinin, bir zift kamyonuymuşçasına ilerliyorum geçmişi katrana bulayarak. kollarım bacaklarım kopuyor, uslanmıyorum. tekrar koparılmak üzere yenilerini çıkarıyorum derhal. hiçbir şey olmamışçasına, değişmemişçesine yoluma devam etmeye çalışıyorum.

yaptıklarını affettim, demenin ne kadar zor ve çarpıcı olduğunu bildiğim halde, her şey affedilebilir sanıyorum hala çocuk kalmış aklımla. her şey geçer, telafi edilir ya da unutulur sanıyorum. zaman'a inanıyorum hala. hala bir şeyler umuyorum, bekliyorum. imkansız olana inanmayı reddediyorum. elimin tersiyle itiyorum onu, bencil ve zavallı dünyamda olmayana yer yok çünkü. her şeyi mümkün kılabileceğime, istesem elde edebileceğime dair çirkin bir inanç taşıyorum içimde bir yerlerde, çoğu zaman farkında bile olmadan. hep orada olduğunu bildiğim bir kötülük var, ne kadar ondan kurtulmak istesem o kadar yapışıyor ve yayılmaya devam ediyor.

kendimi bildim bileli itiyorum çevremdeki insanları, en çok da en sevdiklerimi. benim bildiklerimi onların da bildiğini, hissettiğini varsayıp ona göre davranıyorum her zaman. oysa o kadar bir başımıza'yız ki, her şeyi anlatmaya çalışmaya, göstermeye, kelimelere döküp söylemeye mahkumuz. tek iletişim kurma yolumuz bu çünkü. ve ben bu yorucu ve yıpratıcı aktiviteyi her defasında esirgiyorum sevdiklerimden. emek vermeden sevgilerini kazanmak istiyorum. en sorunlusu da bazen sevmeden sevilmek istiyorum sadece. hal böyle olunca da bir mağazanın en üst katında atılmayı bekleyen defolu bir mal gibi hissediyorum kendimi. defonun nerede olduğunu anlama çalışmalarım sonuç vermiyor. neyin eksik ya da neyin fazla olduğunu kestiremiyorum hiç. yeterince dışarıdan bakamıyor olmam muhtemel, hislerime açıklama getiremiyorum. sadece kötülüğümü içimde büyütüyorum, besliyorum onu dışa vurduğum nefretlerimle.

o kadar tiksintiyi, nefreti bir arada tutup yine de her şeyin güzel, yolunda ve mutlu bir şekilde ilerlemesini isteyebilecek kapasiteye erişmiş ikiyüzlülüğüm verdiğim/aldığım her darbede daha da belirginleşiyor, iflah olmaz hallere bürünüyor. utanç verici oluyor. olmayacak çelişkiler yaratıyor. biraz daha dürtsem içimdeki narı, bir anda bütün olumsuz duyguları hissedebilir miyim ki acaba. ona oynuyorum.

bir sil baştan tuşu yok hayatımda. yeni sayfalar açmakta öylesine beceriksizim ki öncekilerin mürekkebi illâ ki bulaşıyor temiz gözüyle baktıklarıma. bir kere girmiş olan hiçbir şeyi asla çıkaramıyorum tamamıyla, dahası bana da aynısının yapılmasını bekliyorum ve sorun da burada başlıyor. çünkü benim gurursuzluğum kişiliğimi bir eliyle süpürüp çöpe atarken, hayat benim bilmediğim ve anlayamadığım yollardan işlemeye devam ediyor. ve nasıl oluyorsa -olmamış gibi- olunmuyor, kalınan yerden devam edilemiyor, bir kere sekteye uğrayan kalpler yazık ki eskisi gibi çalışmıyor bir daha. kurguyu istediğimiz gibi yapamıyoruz. olduğun yerde oturup özlemek bir anda yapılması en makul olan şey halini alıveriyor anlamsızca. kendi alışık olduğum kalıplarda uzlaşmalar umarken elinden bir şey gelmeme hali de en kötüsü olsa gerek.

ne oldu? öpüşüp barışacak yaşı mı geçtik yoksa, ne değişti?

finish it, said izzi.

Mayıs 09, 2011

j'hésite.

on tue un homme, on est un assasin. on tue des millions d'hommes, on est un conquérant. on les tue tous, on est Dieu.
marx'ın ve coca-cola'nın çocukları'yız. hangisi eksik hangisi fazla? bir gün az marx, çok coca-cola, diğer gün tam tersi. birimiz öyle birimiz böyle. amerikan yaşam tarzını seviyoruz, değil mi? konformizmin sıcak kolları bizi "rahat bırakmıyor" bir bakıma. her şeye rağmen, insan, vicdanlı bir varlıktır diyoruz ya vicdanımız içinde yaşadığımız şeye yabancılaşacak kadar rahatsızlık vermeye devam ediyor bize. farkında olma isteği hastalığına nereden tutulduysak artık günden güne zehirleniyoruz. farkındalık perdelerimizi kaldırıyor kaldırmasına, ama içeriye giren güneş ışığıyla birlikte bütün tozlar gözle görünür oluveriyor. güneş yokken de onların yine orada olduklarına inanmayı kabul edemiyoruz. yüz yılın en snob kelimesi farkındalık, derimizi soyuyor, bizi çırılçıplak koyup tüm dış etkilere açık bırakıyor. böylece, her şey daha da fazla "dokunuyor" kanımıza, yüreğimize. canımız yanıyor.

masculin féminin'e geri dönecek olursak; kadınlar var, erkekler ve sosyalizm var. vietnam savaşı'nın gölgesi, madeleine'nin küt saçlarına ve yumuşak sesine değmiyor. hayat, bir şekilde devam ediyor café'lerde. ya da kafe'slerde?
ujuun planlar, ropörtajvari sekanslar "godarstayla" derdik ya, ondan işte.

j'hésite. diyor madeleine, sinema ne kadar güzel.

m. as in f(émin)in.

Mayıs 05, 2011

yürümek.


yürüyorum hasretin gecenin üstüne diyesim geliyor, sığmıyorum dünyaya dar geliyor.

hafta başından beri tek yaptığım şey yürümek oldu. her an her yere yürüme ihtiyacı hissediyorum. önümde uzanan yolu bilip bilmemem hiç fark etmiyor. sokaklarda kaybolmaktan korkmuyorum artık. müziğim kulağımda şarkı mırıldana mırıldana yürüyorum, etrafımı ilk kez görüyormuşçasına inceleyerek. yanımdan geçen insanların gözünün içine bakarak, yol veren arabalara ufak bir el hareketiyle teşekkür ederek, bütün mağazaların, dükkanların adını içimden tekrarlayarak, yanından geçtiğim evlerin pencerelerinden içeri göz atıp küçük ve masum voyeurismler yaparak yürüyorum.

yirmi yıllık yürüyememişliğimin acısını çıkarıyorum adeta. en yakın yere gidebilmek için bile otobüse, minibüse, arabaya, taksiye binme zorunluluğum beni bu kadar bezdirebilirmiş. bir şehirde özgürce yürümek istanbul'da mümkün olmaz sanırdım. her yerde e-5 vardı o zamanlar benim için. özgürce şehir turlamak roma'da kalmıştı. roma'da kalmayan bir şey var mıydı ki oysa? ama ben bunu düşünmeden yürümeye devam ediyorum.

bay türker'le aramdaki en büyük farklılık olan kedi sevgisi/zliğini cihangir sokaklarında törpülüyorum; çünkü cihangir kedilerinin kedigiller arasında hala bir şansları var, çokça şımartılmış olmaları onları güney'in kedilerine benzetmemiş. havasından mı suyundan mı arnavut kaldırımlarından mı cihangir kedileri uysal kalmayı, en azından öyle görünmeyi başarabilmişler.

üç bin dört yüz elli kez arşınladığım istiklal'e kıvrımlanıyorum. her seferinde o aynı his, heyecansa heyecan, hüzünse hüzün, dört bir yanım insan. hep o aynı düşünce, ne kadar çok hayat var. hep değişen o şarkı. bazen nancy, bazen jane, bazen lone jack, zeynep, leyla ya da layla, emily, nora luca, jesse, ortalama üçer dakikalık aralarla hepsine hayat veriyorum. onlar oluyorum.

maçka parkı ne kadar güzel. kısa film çeken insanlar var. bizim de bir gün filmimiz olur mu diyorum. bir yandan bunu yazarken bir yandan aklımda türlü türlü senaryolar oynuyor. ama komplolar değil tabii literally senaryolar. zor beğenmek çok zor. hele de ne istediğini bilmezken. çok yağmur çok su var. yine de geri dönemem ki, yürüyorum. 4. levent'ten bütün leventleri teker teker geçip hisarüstü yürümesi ne kadar akıl kârı. ama dedim ya işte kaybolma korkusu olmayınca bir kere, ara sokaklara gayet normalmişçesine dalmak vazife oluyor. otobüs durakları var sonra, checkpointlerim. bunun beni, prensesi kurtarmaya çalışan mario gibi hissettirmesi güzel.

insanın hem dönecek hem gidecek bir yerinin olmasının ayrı ayrı güzellikleri var. hem tüm çelişkilerin kaynağı da belki burada yatıyor. dönecek yerimiz sıcacık yatağımız, evimiz gidecek yerimiz ise arzularımız. ve yine seçim yapmanın ağırlığı omuzlarımızda. uçlara uçma, özgür olma güdüsüyle güvende hissetme ihtiyacımız sürekli kavga halinde. mutlak bir galip henüz yok. acı ki, olacak gibi de durmuyor. kördüğüm olmaya yüz tutmuş çelişkilerimizin her biri kendisinden vazgeçilemeyecek kadar değerli çünkü bizim için.

bugün yine dönecek yer'in galibiyeti kutlanıyor beşinci katın beş yüz beş numarasında.

ben mario, mario ruoppolo.
beatrice'mi ve metaforaları severim.

bir can eğrisi.


"look mummy, there's an aeroplane in the sky."
sabah keyifsizliği. gün ortası açlığı. öğleden sonra heyecanı. akşamüstü durgunluğu. akşam hüznü. gece sıkıntısı. sabaha karşı.. duvara karşı. duvarlara karşı araba çarpıntısı arzusu. yürek çarpıntısı. sevgi ve nefretlerin kol kola azimle savaşı. iç gürültüsü. karın gurultusu. kelimeler kelimeler kelimeler. shakespeare'in adını duymadığı halde kelimeler diyen hüsnü bey. hüsn güzel demek. güzel insan. güzel insanların çirkin hayatları. güzel sözlerin çirkin sesleri. ve tabii sonsuza doğru kıvrımlanan perişan perşembeler. döşemeler. kanepeler. uykunun rahatsız kolları. bir de iyi geceler alışkanlığı. oksimoron. hepsi moron.

merhaba blue sky,
ben düzmece mustafa.
kal sağlıcakla.

sweet music sweet sweet music.

Our love is easy
Like water rushing over stone
Oh, our love is easy
Like no love, I've ever known
if my name was melody, guess i could also sing that way. but it's time to reconcile with what we have innately and above that what we don't have. put that aside, it is now as plain as day that we fall in love with falling in love. and our loves are easy.. easy and fragile. -a different interpretation yet as much tragic.-

m. (an interminable hope)

Mayıs 03, 2011

ne yapmalı.

turgut, yeni ihtimallerin yorgunluğunu duydu içinde.

şaşkındı, neredeyse tüm uç noktaları görmüş olmasına rağmen kendine üzerinde duracak ve savunacak bir nokta beğenememişti. karar vermek bu kadar kolay olmamalı. kafa karışıklığı değil bu, başka bir şey. bu kadar kolay inanamayız sadece. körü körüne. bize sunulanın dışına çıkıp ne kadar serbestçe düşünebiliyoruz ki. doğru olana bu kadar kolay karar verebilişimiz beni şaşırtıyor. ideallere sahip olmak ne kadar mümkün. neye ne kadar sahip olabiliriz gerçekten? "benim" diye tutunduğumuz şey aslında ne kadar bizim? sahiplenme eğiliminin temelini merak ediyorum. doğuştan gelen bir seziyle mi o oyuncak bebeğe "bennim!" dedik hepimiz küçükken, yoksa bizi yetiştirenler mi - onlar da öyle yetiştirildiği için-, "ı-ıh o senin değil, kardeşin!" diye elimizden aldı o oyuncakları. bilmiyorum. her şeye bir tanımıyla birlikte cevabı da olan psikoloji bilimi buna da bir açıklama bulsun. bulsun ki, kendimi daha fazla mekanik hissedeyim; heyecan tuşuna basınca heyecanlanan, aşk tuşuna basınca aşık olan.

ya da bunlar saçmalıktır ve biz sadece beraberinde bazı sorumlulukları getirdiğini de çok iyi bildiğimizden karar vermeye korkan ahmaklarızdır. her şeyi itip kendimizden soğutup burun kıvırma örtüsünün altına saklanıp kuytu bir yerler bulmaya çalışan korkaklarızdır.
yine de, yeni ihtimaller her zaman yoruyor insanı. can simitleri arıyoruz ihtimaller denizinin orta yerinde. o türlü türlü can simitlerine tutunabilenlere ne mutlu. içeride olabilmek ne kadar güzel.
ben de bunu duydum içimde bugün.

o'nu neden sevmiyorum, var bir de tabii ki canımı acıtıyor.

sevgiyle,

olric.