çıplak bir tanrı'nın yüzü bu. çığlık çığlığa. bir el bir diğerini tutuyor. biri diğerine ulaşmaya çalışıyor. biri yumruğunu havaya kaldırmış, hırsı var belli ki. biri boşluğa uzatmış kendini, yardım dileniyor. kimi roma faches'i gibi sıra sıra dizilmiş, birlikten ilk bakışta acı, ikinci bakışta öfke doğmuş. peki kuvvet? yok. çokça hasır bir sepet gibi örülmüşler, kimsenin kimseye faydası yok, yine de bir bütün olmuşlar. fayda da neyin nesi? derilerin rengine baksana, nasıl da hastalıklı hepsi. gestalt soslu kaotik bir rahatsız edicilik, hepsi bu. ya da bir bulmaca sorusu: yukarıdaki resimde kaç el vardır? ellerin hepsini görüyor muyuz? hepsine teker teker bakıyor muyuz? baktıkça içimiz bulanıyor biraz, ayy. susuyoruz. tanrının sol şakağından sonsuza uzanmış bir çift elim var. ellerimi görüyor musun?
Ekim 29, 2011
Ekim 24, 2011
kum gibi.
her kelimesini içerilerde bir yerlerde hissettiğim. ne kadarı mümkünse, ona yakın. hem çıplak olmak benim suçum değil. yüzümüz kirli, kiminin az kiminin çok. bakakaldığımız, fanatikleştiğimiz, nefret ettiğimiz, görmezden geldiğimiz, acıdığımız, film gibi seyrettiğimiz, ah vah ettiğimiz, müstahak dediğimiz, insan ayırdığımız ve insanı insandan ayırdığımız her an o kire bulanıyoruz ki çamur dediğin temizdir aslında. onca kiri olsa olsa gözyaşları temizleyebilir. ondan ben bu gece martılara eşlik ediyorum. yıkanmak istiyorum derinlemesine, üstüm başım kan kokuyor. ne gördüm ne bildim sanki. hiç. o sayı bu sayı. her gün bir başkası. daha fazla sayı duymak istemiyorum, söylemeyin. saklayın ki, öğrenmediysem yoktur'un arkasına kayıtsızca sığınabileyim. ama yok, çıplaklığıma söz geçiremiyorum. ben nefretimi kendi içimden fitilliyorum, vücut boşluğumda adı konulmamış bir yerlerde kayboluyor. başımı otomobillerden çıkarmıyorum, bağırmıyorum, bağıramıyorum, kornaya da basmıyorum hiç. sadaka veremiyorum. kolay mı vicdan rahatlatmak. silemiyorum ki içimden nasıl sileyim. bir sembole onca anlam yüklemek ne kolay. kazdıkça kazınıyor. derine, daha derine. biraz öksürüğüm var ama öte yandan güçlüyüm ben, tutunabiliyorum. ciğerlerim, siz de sıkı tutunun. soluduğunuz havadan nefret ettiğinizi biliyorum ama zor zamanlar bunlar, bir gün unutacağız. şimdi çöplüğe gidiyorum. camlara çarpan martılara, ezilen kedilere, aç çocuklara, idam iğnelerine, patlayan bombalara, yıkılan evlere, sönen ışıklara inat rahat rahat uyumaya.
Ekim 10, 2011
midnight in paris.
review 1:
review 2:
birinin çıkıp midnight in paris'in kötü denilebilecek bir film olduğunu söylemesi gerekiyordu. sezar'ın hakkı sezar'a diyelim, durumun woody allen'ı sevip sevmemekle pek de ilgisi olduğunu söyleyemem. bu gözler annie hall'u da, en az onun kadar iyi olan manhattan'ı da gördü. kıyaslama yapmayacağım elbette, pek bir anlamı yok şu noktada. bahsettiğim, filmdeki sıkıntının yönetmenin "tarzını" sevip sevmemekle ilgisi olmaması.
filmi; olay örgüsünden, içeriğinden, oyuncularından tamamen bihaber bir şekilde, hakkında hiçbir eleştiri okumadan sadece woody allen filmi olduğunu bilerek izlemeye gittim. dolayısıyla böylesine beğenildiğinden de haberim yoktu, belki bu da eleştirel gözle bakmama epey yardımcı olmuştur. eğri oturup doğru konuşalım. doğru da oturabilirz fark etmez:
filmdeki pek çok şey gibi film de abartılmamış mı?
bir kere karakterler alabildiğine tek yönlü be old sport ne yapıcaz? bir ömür kadın-erkek ilişkilerini kurcalamakla geçti, hala pek de bir yere varabilmiş değiliz galiba. onu da bıraktım. o her şeyi bilen ukala adam, son zamanlarda gördüğüm açık ara en başarısız karakter.
karakterler üzerinden devam edeyim. zelda'yı gördük. bu arada burada epey bir spoiler mevcut sevgili okuyanlar, ona göre. işte zelda'yı gördük, aa ne tatlı. scott'u gördük. o da tatlı. hemingway zaten afedersin öküz gibi. picasso sapık. adriana afet. bir yerden sonra kayışlar koptu ama, sıkıcılaştı ünlüler geçidi. güzeller güzeli dali'ye bile methiye düzemiyorum şu an o derece.
hepsi bir kenara. değişmeyecek tek gerçek var. o da yumurtalara hala ihtiyacımız olduğu. benim adım alakasız.
Geçtiğimiz günlerde Woody
Allen’ın en yeni filmi Midnight in Paris
(Paris’de Geceyarısı) vizyona girdi. Bir
Woody Allen klasiği olarak, alt metinde yine kadın-erkek ilişkilerine
değinmeden geçemeyen yönetmen, bu defa da çoğu zaman Paris düşüncesiyle birlikte
gelen nostalji konusuna odaklanmış ve Woody Allen tarzı romantik komedi çerçevesinde
nostaljinin anlamını sorgulamış.
Öykü, tahmin edilebileceği
üzere Paris’te ve birkaç günlük -ya da belki de birkaç yüzyıllık- bir zaman
diliminde geçiyor. Henüz açılış sekansında uzun uzun karşımıza çıkan geniş
Paris planları, bize bu filmin bir Paris güzellemesi olacağı yönünde ipuçlarını
veriyor. Paris’e evlilik hazırlıkları yaptığı sevgilisi Inez (Rachel McAdams) ve onun seçkin zevklere
sahip ailesi ile gelen Gil (Owen Wilson) başarılı
bir Hollywood yazarıdır; ancak ilk
romanını yazmakta zorluk çekmektedir. Onun bu derdine derman olabilecek tek şey
ise , bir geceyarısı tek başınayken esasında bir tür zaman makinesi olan at
arabası ile Sidney Bechet’nin saksafonu eşliğinde çıktığı nostalji dolu bir
zaman yolculuğu olacaktır. Kendini bir anda, çok öykündüğü 1920’lerden bir
salon dansında bulan Gil için bu, hayallerini gerçekleştirebileceği bambaşka
bir hayatın başlangıcıdır. Fitzgerald’lardan Hemingway’e, Picasso’dan Dali’ye,
Matisse’e geçtiğimiz yüzyılın önemli sanat ve edebiyat adamları ile
karşılaştığımız bu zaman tünelinde, Gil biraz geçmişe ama çoğunlukla da şimdiye
dair sorularına cevap arayacaktır.
Film, sayıca da bir hayli
fazla olmalarının etkisiyle çoğu zaman tek tipleştirdiği karakterleri üzerinden
mizaha başvuruyor. Hollywood yazarı baş
karakter üzerinden kendisiyle bile dalga geçen Woody Allen, esasında alaya
almadığı pek kimseyi de bırakmıyor. Owen Wilson’ın canlandırdığı Gil
karakterinin, en ufak bir dış görünüş benzerliği olmaksızın, gerek hal ve tavrı, gerekse konuşmalarıyla
artık filmlerinin başrolünü oynamayan Woody Allen’dan çok da uzağa düşmediğini
söyleyebiliriz. Filmde, dikkat çekici diyalog yok denilecek kadar az. Bol
diyaloglu olmasına rağmen, konuşmaların çoğunlukla sığ nostalji güzellemeleri
oluşu ve bahsi geçen sanatçıları inceden alaya almak haricinde işlevsizliği biraz
üzücü.
Genel çerçevede film, nostaljinin
bizi nasıl etkisi altına alabileceğini
ve ne kadar geçmişe gidersek gidelim her zaman, içinde yaşamak
isteyebileceğimiz başka bir zaman dilimi olacağını fark ettiriyor. Dolayısıyla,
filmin mesajı aslında oldukça basit: Elimizde kalan sadece bugün ve bugün
karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmesini bilmeli, yarın “keşke” dememek
için şimdi ‘o yağmurda yürümeliyiz.’
Van Gogh’un Yıldızlı
Gece’sini afişinde kullanan Paris’te Geceyarısı, bunu yaparak zaten daha
başlamadan pek çok sanatseverin yıldızlarını topluyor. Önemli sayıdaki ünlü oyunculardan kurulu güçlü kadrosuyla
şöhretine şöhret katan film, bu yılın
hatırı sayılır Hollywood filmlerinden biri olacak gibi gözüküyor. Bununla
birlikte, yönetmeni safi Annie Hall ve/veya Manhattan gibi filmlerinden hatırlayarak bu filmi izleyecek olanların
biraz hayal kırıklığına uğraması mümkün. Neticede; hoş bir seyirlik, tarihsel
karakterleriyle sanatseverlerin merakını celbetecek düzeyde, zaman zaman
eğlenceli; ama yine de daha fazlası değil.
filmi; olay örgüsünden, içeriğinden, oyuncularından tamamen bihaber bir şekilde, hakkında hiçbir eleştiri okumadan sadece woody allen filmi olduğunu bilerek izlemeye gittim. dolayısıyla böylesine beğenildiğinden de haberim yoktu, belki bu da eleştirel gözle bakmama epey yardımcı olmuştur. eğri oturup doğru konuşalım. doğru da oturabilirz fark etmez:
filmdeki pek çok şey gibi film de abartılmamış mı?
bir kere karakterler alabildiğine tek yönlü be old sport ne yapıcaz? bir ömür kadın-erkek ilişkilerini kurcalamakla geçti, hala pek de bir yere varabilmiş değiliz galiba. onu da bıraktım. o her şeyi bilen ukala adam, son zamanlarda gördüğüm açık ara en başarısız karakter.
karakterler üzerinden devam edeyim. zelda'yı gördük. bu arada burada epey bir spoiler mevcut sevgili okuyanlar, ona göre. işte zelda'yı gördük, aa ne tatlı. scott'u gördük. o da tatlı. hemingway zaten afedersin öküz gibi. picasso sapık. adriana afet. bir yerden sonra kayışlar koptu ama, sıkıcılaştı ünlüler geçidi. güzeller güzeli dali'ye bile methiye düzemiyorum şu an o derece.
hepsi bir kenara. değişmeyecek tek gerçek var. o da yumurtalara hala ihtiyacımız olduğu. benim adım alakasız.
Ekim 09, 2011
Ekim 05, 2011
bulutları beklerken.
bir şey yazasım geldi. ne olsun bilemedim. tekrarlarımdan herkes gibi ben de kopamıyorum. o yüzden yine kararsızlıklarla savaşmaktayım bu aralar. seçilmeyen "kutu"da ne olduğunu hiç bilemeyecek olmak düşüncesi beni çıldırtıyor. varlıkları bile meçhul olan iyi ile kötüyü tayin edecek takatte değilim, hiç olmadım. geçenlerde yıllık quote'um aklıma geldi. "if you don't know where you're going, any road will get you there." alis harikalar diyarından. bu sözü her düşündüğümde beni -teselli belki yanlış kelime ama- mutlu ediyor. nereye gittiğimi bilmiyorum. merak etmediğimi kendi kendime telkin etmeye çalışsam da zaman zaman ediyorum. bazı şeyler "yoluna" giriyor, belki bazıları çıkıyor yolundan. ama biz bir şekilde hep yoldayız. jack ve ben. yine de "oraya" varmak için daha ne kadar var? benim de, bazı şeyleri bilmem lazım.
bir ekim var yolda, havada yağmur kokusu. bir tohum ekiyoruz; uzun yağmurlar kökünü çürütebilir, yağmurlar sulayıp besleyebilir. bulutları bekliyorum.
bir ekim var yolda, havada yağmur kokusu. bir tohum ekiyoruz; uzun yağmurlar kökünü çürütebilir, yağmurlar sulayıp besleyebilir. bulutları bekliyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)