Haziran 25, 2011

heading to the old-town.

sevgili bılog,

istanbul'un sinir bozucu sıcağından, baş ağrısı veren alçak basınçlarından, çevredeki inşaat gürültülerinden, sahildeki çim biçme makinelerinden, sevimsiz gişe memurlarından, evdeki f tipi hallerinden, sokaktaki coşkun ve amaçsız kalabalıktan, açık dolmuş camlarının yaptığı cereyandan, kapalı dolmuş camlarının yarattığı havasızlıktan, mütemadiyen saçlarıma sinen egzoz kokusundan, üste başa yapışan kör sineklerden, hülasa evrenin başlangıcı da varsayılan bütün o toz ve gaz bulutundan, kaçsam bırakıp dediğim bütün o benimle ilgili, çoğu zaman dışında zaman zaman içinde yaşadığım bu şehirle ilgili her şeyden uzaklaşma vaktidir yarın. kutlu olsun.

beni bekleyenin daha iyi ya da daha kötü olduğunu bilmiyorum, aslında çok da umurumda değil. beterin beteri'nin varlığına inanıyorum ve ona saygı duyuyorum; ama beterin beteri bazen beterin kendisinden daha iyidir, daha kuvvetlidir zira.

ve şimdi en sevdiğim: çanta hazırlamak. oynaklı-kıvraklı müzikli. bir sırt çantasına bir yaşam sığdırmak. olmazsa olmazlar: yok.

boşluk beter olsun, hayat better olsun.

love,
porsuk.

ps: çok alakasız ama bu aralar alakasızlıkları çok seviyorum, o yüzden yazacağım: mardin film festivali -sinemardin- başladı. şimdi mardin için yola çıkmak vardı. o kadar vardı ki, aslında hiç olmamıştı.


Haziran 21, 2011

bu ülke'den notlar.

kitabın sahibi ben olmadığımdan cemil meriç'in "tecessüsüne" sebebiyet vermiş hususlardan aklımda kalmasını istediklerimi hem derli toplu olsun hem de bir köşede güzel dursun diye buraya aktarıyorum. velhasılıkelam; upanişatlar'ı sevelim, sevmeyenleri yine sevelim.

  • gerçek entellektüel.
"cevaplarımız suallerle hudutlu... sorulan sualler hep aynı olunca, cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. sorulmayan suallere cevap vermek, insan takatı dışında." sf. 59
  • slogan ilkelin ideolojisi.
"düşünce ile çığlık bağdaşmaz." sf.95
  • avrupa'nın yeni bir ihraç metaı.
" 'çağ-dışılık' ithamı, iftiraların en alçakçası, en abesi. aynı çağda muhtelif çağlar vardır. çağdaşlaşmak neden hristiyan batı'nın putlarına perestiş olsun?" sf. 99
  • kitap.
"filhakika seçiş hürriyetimizin hudutsuz olduğu tek dünya: kitaplar dünyası." sf.109
  • okumak üzerine.
"...bu kanma bilmeyen susuzluk insanoğlunun alın yazısı değil mi?" sf.114
  • nakş-ı ber ab.
"insandan kopan intelijansiyanın kaderi suya nakışlar çizmek." sf.165
  • sakson köleleri.
"izm'ler insan idrakine giydirilen deli gömlekleridir. her ...ist, koltuk değneği olmadan yürüyemeyeceğini itiraf eden bir zavallıdır. izm'ler birer anakronizmdir, birer anakronizm yani kalıplaşan, canlılığını yarı yarıya kaybeden birer konserve düşünce. batı'dan gelen hiçbir "-izm" masum değildir." sf.189-190
  • öldürmeyeceksin.
"...büyük adam için kanun yoktur. o, bir gayenin emrindedir; insanlığın hayrı için kalabalığın suç saydığı herhangi bir hareketi işleyebilir." sf. 207

"bütün kanun koyucular, solon, muhammet veya napolyon suçludurlar. suçludurlar çünkü ataları tarafından konulan, çağdaşları tarafından saygı gören yasaları çiğnemişlerdir. kan dökmekten de çekinmemişlerdir bu uğurda. yeni bir hakikatin, yeni bir düzenin müjdecisi olmak isteyen, bir kelimeyle söyleyecek sözü olan herkes suç işlemek zorundadır." sf. 207

"büyük adam , tabiat kuvvetleri gibi, tahripkârdır veya tahripkâr olmak zorundadır. daha aydınlık bir gelecek upruna bugünü yıkmakta tereddüt etmez. idealin konuştuğu yerde vicdan susar." sf.207
  • kutuplar.
"upanişad, 'tanrı'sın' diyor insana, freud, 'itsin,' diyor. hangisi haklı? şairi dinleyelim: (sf.210)

gökten yücesin, topraktan bayağı.
yokluk zulmetiyle bağlıysan, toprak,
ilâhi nurun tecelligâhı isen, arş.
(feyz-i hindî) "
  • yogi ile komiser.
"sanki tarihte de musonlar esiyor. 19. yüzyılda hareket Komiser'e doğru. bugünün insanı mor-ötesi'ne koşmakta." sf.215

"ırkların gelişmesinde Yogi geceler ve Komiser gündüzler var. belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor." sf. 215
  • ne yogi ne komiser.
"kapitalizmle komünizm batı'nın iki çehresi...biri kumarhane, öteki mahpes." sf. 217
  • tagor.
"upanişatlar ne diyor: 'kâinat sevinçten doğdu, sevince koşuyor, sevinç içinde eriyecek.' ama 'acıların anahtarıyla açılır sevincin kapakları.' " sf.244
  • said nursî.
"o konuştukça, lâikliğin kartondan sesleri yıkıldır birer birer. kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi (!) ile anadolu, tereddütle inanç...karşı karşıya geldi." sf. 248

"nurculuk, bir tepkidir. kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, batu'ya karşı doğu'nun isyanı." sf.248

"said'in kavgası, yogi ile komiser'in kavgası." sf. 249
  • 18.
"insanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk." sf.288
  • 28.
"sensiz giden trenler, ufuklarda kaybolan birer ümit
nehir gibi akmıyor günler heraklit heraklit.
zaman masal kuşlarına benziyor...
abûs, kocaman, sâkit.
ve geceleri
alnında dolaşır biteviye
kirli, soğuk pençeleri.
yıldızları söndürülmüş fırtına,
batan bir gemidesin,
senden ne kalacak yarına!
kıyılardan imdat isteyen sesin."

son.

bu firar bir kâbil kompleksi.

"her dudakta aynı rezil şikayet: yaşanmaz bu memlekette! neden? efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? hayır, onlar türkiye'nin insanından şikayetçi. insanından, yani kendilerinden. aynaya tahammülleri yok. vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını 'yaşanmaz'laştıranlardır.
türk aydını, kitâb-ı mukaddes'in serseri yahudisi...hangi türk aydını? kaçanlar ne türk, ne aydın. bu firar bir kâbil kompleksi."

demiş cemil meriç. sene en fazla '74. ne değişti?

sonbahar.

geçen gece ikinci kez izledim sonbahar'ı. ilk seferki gibi, belki de daha fazla etkiledi beni.
"geçmiş zamanda yaşayan" yusuf, "hayatının en güzel yıllarını sosyalizm istedi diye hapiste geçirmiştir." gürcü elka ise bir meyhanede konsomatrislik yapmaktadır. ama bu filme hiçbir zaman sadece bir aşk filmi gözüyle bakılamaz. çünkü filmin her an'ıyla politik bir duruşu var. f tipi dehşeti var, hayata dönüş operasyonları, geçmişin karanlık izleri var, uğursuzluk taşıyan kargalar, saatin durmak nedir bilmeyen tik-takları, karadeniz'in azgın dalgaları ve o dalgalardan korkmayan, içini yalnızca dağlara haykırabilen bir adam var. ceza evinde geçen on yılın sonunda iç parçalarcasına artık evin dışındaki bankta sabahlayan yusuf var. ilk izleyişimden farklı olarak bugün artık başka bir gözle baktığım, bana eskisinden çok daha manidar gelen hopa ve onun ansızın vuran sağanak yağmuru var.

sonbaharın hüznü, yusuf'un gözlerindeki hüzne karışırken uzaklardan bir ağıt sesi duyuluyor.. ithaf, her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına..

m.

Haziran 18, 2011

yollar, bağlar.

+ hak yolunu buldum.
- bok yolundan iyidir.

teşekkürler depresyon.

meydan ışıklar.

bir anda yola atlayıverip karşıdan gelen arabaya ani fren yaptıran çocuk, nasıl bağırdın yalvarırcasına "lütfen, ez!" diye. nasıl yaptın, neden bağırdın. nasıl bu kadar içten söyleyebildin. demek ki bazıları cesur oluyor. oysa etraftakiler de çirkinliklerine devam etti. sevgilisinden ayrılmıştır ha ha. diğerleri her zaman acımasız çünkü. hayatsa türlü türlü sıkıntılarla dolu.

what is a rebel?

................versus.................


Haziran 17, 2011

502.

"tek heyecanım ölüm ondan korkuyorum çok yaşamak için iki nefes alıyorum bir nefes veriyorum."

Haziran 16, 2011

sen yaptın, biliyorum.



öğleden sonra mahmurluğuyla televizyonun başına geçmiştim ki, yeni başlamış bir filme denk geldim. aklımda film izlemek yoktu, ama takılıp kaldım. iyi de oldu. c'est pas moi, je le jure kötü isimli, güzel bir filmdi nihayetinde. hem kendini izlettirdi, hem çocuk oyuncuların oynadığı çoğu kötü olan filmler arasından sıyrılmayı başardı gözümde.
velhasıl, sorunlu bir çocukluk geçiren léon'u ve hiç barbie bebeği olmamış kırmızı elbiseli kırmızı boyalı evli léa'nın hikayesini izledim durup dururken. o upuzun uzanan uçsuz bucaksız yeşil tarlalarda bisiklet sürmek, kaybolmak, kaçmak isteğini uyandırdı bende adeta. yine çoğu zaman beton apartmanlar dairelerinde bazen asfalt yollarda geçen çocukluğuma üzüldüm.
bir de filmden aklımda kalan tüm sinikliğine rağmen pes etmeyen, yunan filozoflarının deyişlerine kulak verip her şeyini kaybettiğin zaman her seferinde yeniden başlama ihtimalinin varlığına inanan léon'un sarf ettiği en vurucu sözlerden:
"life's not made for me, but I seem to be made for life."

Haziran 15, 2011

sudaki hayaller.

rakı şişesindeki balık: "hayat buradaymış be."

gözlerini kapattı.

idealistti. üniversitedeyken, fakir olursa intihar edeceği sözünü vermişti kendine. sözünü yerine getirme zamanının yaklaştığının bilincindeydi. yine de çırpınmak için derin bir arzu duyuyordu. etrafında mutluluğun hayaletlerinin dolaştığını hissediyor, ama onları ne görebiliyor, ne de onlara dokunabiliyordu. ayrıntılarla uğraşmak istemiyor, içinde büyük işler yapmak için onulmaz bir istek var. oysa o körleştiğini hissediyor, günden güne. insan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki...yoksa hiçbir şey yapmamalı.

sahip çıkamadı hayallerine. her biri teker teker terk etti onu. oysa o, çırılçıplaktı hayalleri olmadan. hayalleri yüzme bilecek kadar mukavemet sahibi değildi, suda batan cinstendi. oysa o, onları geri çıkarmak için boğulmayı göze alamayacak kadar korkaktı. demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. işte hayalleri tam olarak bu denize düşmüştü. hayatla karşılaşınca batıp gitmişlerdi.

tüm gün yirmi metrekarelik odasında oturup hayallerini yanı başına getirebilir, onları bir tiyatro sahnesindeymişçesine oynayabilirdi. uzun uzun prova ve hazırlık yapar, oysa esas oyun zamanı geldiğinde çoğunlukla sıkılır, kendini aptal bulurdu. günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hakim olacağız.

tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? kontrol edilip edilemeyen şeyler arasına bir sınır çizmenin mümkünatı yok. birden her şeye hakimmiş gibi hissettiği halde gözlerinin ellerine iliştiği o an, avuçlarından akan sonsuz sayıdaki olasılıkla göz göze geldi. hep yaptığı gibi gözlerini kaçırdı.

kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? onca his, onca düşünce o ufacık, çelimsiz vücudun(d)a nasıl sığ(ın)ıyordu, kim bilir. birbirlerine mahkumlardı zahir. hisler insana, insan hislerine mahkum. hiç tamamıyla dışarı çıkabilecek kadar özgür değilken, silinip yok edilebilecek yahut yok sayılabilecek kadar sönük hiç değil.

yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi? hayattan bekledikleri ile hayatın ona sundukları arasındaki alabildiğine sevimsiz ve çirkin ters orantı zincirini nasıl kırabileceğini üniversitede öğretmemişlerdi.

hayat sahiden yaşanmaya değmeyecek küçüklükler ve bayağılıklarla dolu, diye düşündü. herkes de olduğu gibi onun da içinde, günlük yaşamda hayatta kalmasını sağlayan bir hesapçı var yine de; durmadan ölçüp biçen, davranışlarını, tutumlarını sosyal normlara, normale uydurmaya çalışan, bay freud ve bay altıntop'un superego dediği o belki de. elinde son model ti'yla dolaşıp sürekli iç sesle dış seslerin kesişimini bulup sonuç hanesine yazan hesapçı superego.

riyakârlık, tesellide son haddini bulur. teselli etmek sahiden alçaklık değil de nedir? hiç de beceremezdi zaten teselli etmeyi. teselli teknikleri kitabını açıp okuyabilse halbuki ne kadar kolay olurdu.
madde 1: teselli edeceğiniz kişiye kendi başarısızlıklarınızdan söz edin, öyle bir başarısızlığınız yoksa dahi karşı taraf o an bunu ölçüp biçecek durumda değil, uyduruverin benzer bir hikaye. ve nasıl üstesinden geldiğini anlatın.
madde 2: madde 1 işe yaramazsa, üzülünen şeyin ne kadar önemsiz olduğunu söyleyin. elden kaçan bir fırsatsa eğer, daha iyilerinin karşısına çıkacağını, ona bu kadar değer vererek kendini boş yere yıprattığını söyleyin. eğer ki, mesele ölüm gibi geri dönüşü olmayacak bir mevzuysa derhal madde 3'e atlayın.
madde 3: ölenle ölünmez, diyin.

bu kadar kolay ve küçük ve hesapçı oyunlar hep birini diğerinden ayıran. birini finish ipine, diğerini alelâde bir ipe götüren.

ömer, ne dersin bu işe? s.ali sen sus, ömer'le konuşuyorum ben.

bir de başı kıçında, dikkatli okuyun.

sevgiyle,

hayat yolunda kırılan bir küçük su testisi.


hiçbir şeyin şarkısı.

dillere pelesenk bandista şarkısı, takıldı mı takılıyor.

sabah oluyor sabah oluyor,
güneş, güneş yine doğuyor.


m.


Haziran 12, 2011

daha on iki.

tüylerimi ürperten o cümleyi/hitabı buraya yazamayacağım. özür dilerim.

on iki hazirana dair.

son birkaç gündür evde olmama rağmen, siyaset krizi çıkmayışı müthiş. krizi geçtim, seçim lafının bile edilmeyişi daha müthiş. 'oy kullanılacak okul nerede' muhabbettinden öteye gitmeyerek sağ salim oy kullanacağım ilk genel seçim gününe girdik. evde gözle görülür bir şekilde artan apolitikleşme zıtlaşan kutupları mutlu etti. geçenlerde gazetede kocası farklı karısı farklı partiye oy verecek olan çiftlerle röportajlar (ö nerede o nerede hiç öğrenemedim.) vardı. ilginç bir durum o. ilginç çünkü oy vereceğin parti bir bakıma az ya da çok insana, dünyaya bakışını da yansıtıyor. taban tabana karşıt görüşteki bu insanlar nasıl bir araya gelip aile kuruyorlar ve dahası o aileyi ayakta tutuyorlar merak konusu benim için. öte yandan da böyle bir durumun varlığından yola çıkıp politikayı abartmamak gerektiği sonucunu da çıkarabilirim. onca curcunaya karşın siyasi partiler hayatımızın o kadar küçük bir bölümünü kontrol altında tutuyor ki şaşılır. neticede desteklediğimiz ya da savunduğumuz politikacılar hiçbir zaman bize sevdiklerimizden daha yakın değiller, olamazlar da. belli vazifeleri yerine getirmeleri için belli aralıklarla belli insanları görevlendiriyoruz sadece ve yemek yapmaya, alışverişe gitmeye devam ediyoruz. birlikte dondurma yiyoruz, çay demliyoruz birbirimize. sohbet ediyoruz. televizyon izlerken koltukta uyuyakalanımızın üzerine battaniye örtüyoruz ve hayat devam ediyor.

zira sevgili emma goldman da zamanında demiş gerekeni, seçimler bir şeyleri değiştiriyor olsaydı, yasaklanırdı diye. dolayısıyla seçimlere çok yüklenmemek gerek. hele de yarınki gibi sonuçlarını az çok epey bildiğimiz bir seçime. yine de on üç haziran'da şıp diye olmasa da süreç içinde o "bir şeylerin" değişmesini ümit ettiğimi söylemesem bir şeyler eksik kalır.

türkiye'de devrim olur mu, sorusunu seçim sonuçlarına bakar, diye yanıtlayan mgk emeklisi eski büyükelçimize de sevgilerimi yolluyorum buradan. çok mu şirinsiniz siz hakikaten? sayıyla falan mı veriyorlar sizi nasıl oluyor bu iş?

ve son olarak o yirmi iki temmuz gününün üstünden tam dört yıl geçmiş olması o kadar tuhaf ki. baskın oran'lı liberal sol dün gibi. netekim.

oysa şimdi ben sol sen selamet.

alelâde seçmen.


Haziran 10, 2011

olasılıklara.

bir ihtimal daha var, mı dersin? konuşursak kaybettiklerimizi geri getirebiliriz gibi biraz, yemek masasında habersiz gelen patlamayı on dört saatlik yoldan duyman güzeldi çünkü.

günün şarkısı: fortuna - ay madre!

yalnız yatmak olmaz, yalnız uyumak olmaz anne, diyor. ne güzel.

m.


Haziran 09, 2011

ev haline adım adım.

birazdan eşyalarımı toplamaya başlayacağım. 505'ten uzaklara adım adım. çok dramatize ettim bu ayrılık işini galiba. bir yere gittiğimiz yok. en azından benim gittiğim yok. kendimi sıkıntıdan korumak için müthiş kararlı olmam lazım. salmamak lazım ipleri, yoksa boğazıma dolanmaya başlıyor o saldığım ipler.

1-öncelikle, geç kalkmaya alıştırmamam lazım kendimi. öyle olunca ipin ucu kaçıyor. gece gündüz birbirini kovalar ya hep, geceler birbirini kovalıyor, hoş olmuyor.

2-olabildiğince dışarıya çıkmaya özen göstermem lazım, evin içine girince kalınıyor. sıcak da olsa şu bu da olsa mümkün olduğunca dışarıda durmak şart.

3-yeni alınan, bir köşeye kaldırılan, hep ertelenen kitaplar okunmalı.

4- yazmalı yazmalı belki, ama yaşamadan yazılmıyor. ondan önce yaşamalı, sonra yazmalı.

5-evet yaşamalı. idare etmeden.

daha aklıma gelince ekleyeceğim, canım sıkılmaya başladığında dönüp listeye bakacağım. bugünü hatırlayıp kendime kızacağım. umarım böyle olacak evet. şimdilik önlemlerim bu kadar.

tedbiri elden bırakamayan kız.


yaz korkusu.

bugün itibariye bir dönemeci daha geride bıraktık. öyle derler ya, neyin dönemeciyse artık. bir yandan yazın gelmesini istiyor olmalıymışım gibi hissediyorum, diğer yandan gelmesinden korkuyorum. boşluk beni ürkütüyor. sıkılmaktan bile o kadar sıkıldım ki korkuyorum artık. değişik duygular hissetmek istiyorum bazen, duyguları da tükettik. iç sıkıntısı kümülatif ilerliyor, içimde bir yerlerden besleniyor. bir haftadır midemde saklanıyor mesela. en ufak bir açığımda bıçağını saplıyor adeta. derin nefes alıyorum, geçiyor. keşke hep derin nefes alabilsek, başka hiçbir şey olmasa sadece derin nefes alabilsek.

"ya sen?" sorusundan ne kadar da korkuyorum. geleceği hakkında kaygılı genç imajının aynadaki karşılığı ben miyim ki acaba. benim gibi ne kadar da çok insan var. herkes aşağı yukarı aynı kaygıyı duyuyor, biraz eksik biraz fazla. ya hayata yön verme çabası olmadan yaşayabileyim mesela ya da gerçekten bir şeyler arzulayayım ve onun peşinde koşayım. ikisinin arasında arada derede orada burada olmuyor. ne her şeyden vazgeçebiliyorum ne de hepsini hakkıyla sahiplenebiliyorum.

plan ne kadar çirkin bir kelime, gelişigüzellik adı üstünde güzel. ama yine de içten içe plan isteme isteğime engel olamıyorum da. bir amaç, amaçtan çok bir istek belki de olmalıymış gibi bir his dürtüklüyor sürekli, rahat vermiyor. sanki istenen bir şeyler olsa her şey daha güzel olacakmış gibi. safi plan isteği, isteğin ne olduğu muğlakta. ama şey'ler yine çok fazla bu akşam.

umut var sonra. plan bu kadar kötüyken umudun güzel olması mümkün mü peki? umut olmadan yaşamalıyız belki de. olmayan hayaller kırılamaz malum. olmayan deniz bisikletlerine binilemeyeceği gibi. (yaşananlar sonradan genelde güzel oluyor bak, ondan bol bol yaşamalı aslında.)

bir yandan kendimi kitaplara adamak için hava fazla güzel gibi gözüküyor, diğer yandansa havanın bu güzelliği bana değil ki diyorum. güzel hava ve ben yeterince iyi bir ikili oluşturmuyoruz, üçüncülerimiz eksik hep. eksik bir şeyler var, evet. benim günüm değil bu. "güzel bir gün" geçirmeyi çok özledim.

ve o kadar uzaklaştık ki, yanındayken hüznüme engel olamıyorum.

yaz'ar.


Haziran 04, 2011

dedi ki şair:

eksi(k) bir ve şey.

solidity is now a synonym for waste. (zygmunt dede)
sen de gittin artık inkar etmeyi çok denedim ama faydası yok gittin işte o'nun gittiği gibi değil ama daha derinden yavaş yavaş sıyrıldın fark ettirmeden bana kayıp gittiğini anladığımda çoktan uzaklaşmıştık fark ettiğimde biz yoktuk artık siz vardınız ben yoktum her ne kadar öyleymiş gibi yapsak da öyle olmadığını ikimiz de biliyorduk ve sadece ikimiz biliyorduk ve ben o zaman o'nu suçlayamadığım gibi şimdi seni de suçlayamıyorum çünkü biliyorum ki sahip çıkamadım sana karşılıksız beklentilerim vardı hep yanımda olmanı istedim paylaşmak istemedim seni hiç kimseyle ama senin herkese yetecek sevgin ve enerjin vardı benim tükettiğim enerji kıt kanaat günümü geçirmeye yetecek enerjim çokça seninkini de tüketmeye başlamıştı yapamadın sıkıldın belki benden belki haklıydın beni enerjisizliğimle kabul ettin sonunda o kadar alıştırmışım ki artık normalim bu senin için üzüntümle dalga geçmeyi öğrendin artık benden sonra yoluna devam etmeyi iyi öğretti sana geçen zaman çok yordum belki artık yorulmak istemiyorsun gün'ün hızına yetişebilenlerle birlikte olmak daha sorunsuz senin için farkındasın elbette her şeyi askıya aldım bu aralar demiştin ya birkaç ay önce askıya alınmak can yakıyormuş hem de çok böyle olmasını hiç istemedim olmaması için elimden geleni yaptım sanırım ama elimden gelen o kadar azdı ki ve bunu o kadar göremedin reddettin belki görmeyi istemedin nasıl olduysa -yine- oldu yine çözemediğim anlamlandıramadığım yollardan gitti bay sürücü bense pencereden dışarıyı izledim karşıdan karşıya geçen insancıkları gördüm kendini benim için onlardan biri gibi yaptın beni itme diyordun seni öyle bir itmiş olmalıyım ki dönmeyi reddediyorsun şimdi birbirini çok iyi tanımak da yetmiyor demek ki bazen üzüntümün nedeni sendin hayır sen değildin senin yokluğundu ama fark etmedin çünkü hiç söyleyemedim sana sen seni kıran şeyleri hep söylediğin halde ben nelere kırıldığımı hiç söyleyemedim sana hiç zaman yaratamadım hep bekledim ama uygun zaman hiç gelmedi artık hiç yapamayacağım sanırım konuşma olasılığımı da yanında alıp götürüyorsun her geçen gün uzaklaşıyorsunuz ve artık o kadar uzaksınız ki korkarım duyamazsınız beni bir hikayeyi daha böyle bitirebildim belki de diğer kaybedenler neyi kaybediyorlar hiç bilmiyorum ama ben insan kaybediyorum ve kaybetmeye çok içinden başladım sarmalın birtakım kurtlar boşaltıyolar içini elmanın kabuklar kalacak bir süre sonra ona oynuyorum sen neye oynuyorsun

The nights when you don't sleep, the whole night you're crying.
But you can't forget her, soon you even stop trying.
You'll walk that floor and wear out your shoes.
When you feel your heart break, you're learnin' the blues
ben de kırlangıç.