Haziran 15, 2011

sudaki hayaller.

rakı şişesindeki balık: "hayat buradaymış be."

gözlerini kapattı.

idealistti. üniversitedeyken, fakir olursa intihar edeceği sözünü vermişti kendine. sözünü yerine getirme zamanının yaklaştığının bilincindeydi. yine de çırpınmak için derin bir arzu duyuyordu. etrafında mutluluğun hayaletlerinin dolaştığını hissediyor, ama onları ne görebiliyor, ne de onlara dokunabiliyordu. ayrıntılarla uğraşmak istemiyor, içinde büyük işler yapmak için onulmaz bir istek var. oysa o körleştiğini hissediyor, günden güne. insan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki...yoksa hiçbir şey yapmamalı.

sahip çıkamadı hayallerine. her biri teker teker terk etti onu. oysa o, çırılçıplaktı hayalleri olmadan. hayalleri yüzme bilecek kadar mukavemet sahibi değildi, suda batan cinstendi. oysa o, onları geri çıkarmak için boğulmayı göze alamayacak kadar korkaktı. demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. işte hayalleri tam olarak bu denize düşmüştü. hayatla karşılaşınca batıp gitmişlerdi.

tüm gün yirmi metrekarelik odasında oturup hayallerini yanı başına getirebilir, onları bir tiyatro sahnesindeymişçesine oynayabilirdi. uzun uzun prova ve hazırlık yapar, oysa esas oyun zamanı geldiğinde çoğunlukla sıkılır, kendini aptal bulurdu. günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hakim olacağız.

tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? kontrol edilip edilemeyen şeyler arasına bir sınır çizmenin mümkünatı yok. birden her şeye hakimmiş gibi hissettiği halde gözlerinin ellerine iliştiği o an, avuçlarından akan sonsuz sayıdaki olasılıkla göz göze geldi. hep yaptığı gibi gözlerini kaçırdı.

kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? onca his, onca düşünce o ufacık, çelimsiz vücudun(d)a nasıl sığ(ın)ıyordu, kim bilir. birbirlerine mahkumlardı zahir. hisler insana, insan hislerine mahkum. hiç tamamıyla dışarı çıkabilecek kadar özgür değilken, silinip yok edilebilecek yahut yok sayılabilecek kadar sönük hiç değil.

yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi? hayattan bekledikleri ile hayatın ona sundukları arasındaki alabildiğine sevimsiz ve çirkin ters orantı zincirini nasıl kırabileceğini üniversitede öğretmemişlerdi.

hayat sahiden yaşanmaya değmeyecek küçüklükler ve bayağılıklarla dolu, diye düşündü. herkes de olduğu gibi onun da içinde, günlük yaşamda hayatta kalmasını sağlayan bir hesapçı var yine de; durmadan ölçüp biçen, davranışlarını, tutumlarını sosyal normlara, normale uydurmaya çalışan, bay freud ve bay altıntop'un superego dediği o belki de. elinde son model ti'yla dolaşıp sürekli iç sesle dış seslerin kesişimini bulup sonuç hanesine yazan hesapçı superego.

riyakârlık, tesellide son haddini bulur. teselli etmek sahiden alçaklık değil de nedir? hiç de beceremezdi zaten teselli etmeyi. teselli teknikleri kitabını açıp okuyabilse halbuki ne kadar kolay olurdu.
madde 1: teselli edeceğiniz kişiye kendi başarısızlıklarınızdan söz edin, öyle bir başarısızlığınız yoksa dahi karşı taraf o an bunu ölçüp biçecek durumda değil, uyduruverin benzer bir hikaye. ve nasıl üstesinden geldiğini anlatın.
madde 2: madde 1 işe yaramazsa, üzülünen şeyin ne kadar önemsiz olduğunu söyleyin. elden kaçan bir fırsatsa eğer, daha iyilerinin karşısına çıkacağını, ona bu kadar değer vererek kendini boş yere yıprattığını söyleyin. eğer ki, mesele ölüm gibi geri dönüşü olmayacak bir mevzuysa derhal madde 3'e atlayın.
madde 3: ölenle ölünmez, diyin.

bu kadar kolay ve küçük ve hesapçı oyunlar hep birini diğerinden ayıran. birini finish ipine, diğerini alelâde bir ipe götüren.

ömer, ne dersin bu işe? s.ali sen sus, ömer'le konuşuyorum ben.

bir de başı kıçında, dikkatli okuyun.

sevgiyle,

hayat yolunda kırılan bir küçük su testisi.


Hiç yorum yok: