Aralık 30, 2011

sondan bir evvel. son derken?

bu yeni yayın'ımı eski yıla kapatıp yeni bir yıla açıyorum. sarmal tarih içinde bir yerlerde savrulurken sürekli bir an evvel bitirme ve yeniden başlatma düğmesine basmaca, tatlı tatlı kandırmacalar, parlak renkli ışıklar, süsler ağaçlar noel baba, kırmızı don, komşuya gidemeyen konyak şişesi, türlü türlü işler.. belirsiz aralıklarla bazı şeylere yabancılaşıyorum. yeni yıl da onlardan biri oldu. pratik ama nihayetinde. her yıl birbirinin aynı olmasa da kendi içinde bir tekrarlılığı var. mevsimler var mesela, dünya da dönüyormuş güya. temel sorular bunlar. fazla kurcalamayalım. şimdi ayağa dolanmış hazır bilginin ekmeğini yiyeceğim kaynakça belirtmeden. ama mecburum çünkü nasıl oluyor yani sen kalk samoa, avustralya'yla ticari ilişkilerini geliştirdin diye 30 aralık'ı atla, yaşamadan bırak?! mesela ben bugün samoa'da olsaydım, hitchcock'a durmadan shakespeare diyesim gelmeyecek miydi? ya da ben bugün hiç samoa'da olamaz mıydım aslında? çok tuhaf çok. neyse iyi ki değilmişim ki radyoda çok sevip long term memory'ye attığım şarkının retrieval'ını gerçekleştirdim. ne mutlu bana. titocan ben senin en çok mikrofona 'no' deyişini sevdim. hayat ne güzelsin vesselam.

Aralık 18, 2011

haftayı böyle noktalayalım.


aklımızı şişe diplerine ve yıldızlara dağıtalı oluyor. gördüğümüz nokta bir, ruhumuzda yatan en doğrusu can.


ve işte çok beklenen o nokta: .

Aralık 04, 2011

duştan korkmaya bir kala.

bugün hitchcock'un psycho'sunda norman bates'in üç katlı evinin freud'un ego, superego ve id'ine gönderme olduğunu öğrendim. en azından tonton filozofumuz zizek öyle diyor. ego, giriş katındaki norman bates'e güvenilir, normal bir insan görüntüsü çiziyor. üst kattaki bates, superegonun etkisi altında, alttan gelen isteklerle sürekli çatışma halinde, ondan üst katta anne-oğulun konuşmasını/tartışmasını duyuyoruz. en alt katta ise bizi saf bir ilkellik içindeki id bekliyor. zaten platon da vaktiyle freud'a gönderme yapmıştı insan beynini üç bölüme ayırarak. allahsız freud nelere kadirsin.
benim anlatacaklarım bu kadar.

Kasım 22, 2011

bir sayfa söyle.

"kim istemez mutlu olmayı
 mutsuzluğa da var mısın?"  
                                c.s 

Kasım 15, 2011

"Though this be madness, yet there is method in't"
                Shakespeare on Marxist dialectics.

metternich'in hülyalı dünyası.

happy nations have no history. 
                     (a belgian proverb) 

hep o schlieffen planının parçası olan belgium bu. realpolitik çok önemli, o yüzden k ile yazılıyor. bismarck'a küçükken hep sandwich yedirmişler, biraz klostrofobik ondan. balkanlar zaten barut fıçısı (powder keg). ilk status ante bellum vaziyetini de, aix la chapel ile görüyoruz. scramble for africa wakka wakka ee o ee. ve no more terra incognita. her karış toprağa bayrağımızı diktik. geldiler. atlılar. atlı. at. bir verim-keyif grafiği çizesim var, bok gibi.
yine de paris'te bir öğle yemeğine hayır demem.

Kasım 09, 2011

şarkı işte.


we've lived in bars
and danced on tables
hotels, trains, and ships that sail
we swim with sharks
and fly with aeroplanes out of here
out of here.




Ekim 29, 2011

society.


çıplak bir tanrı'nın yüzü bu. çığlık çığlığa. bir el bir diğerini tutuyor. biri diğerine ulaşmaya çalışıyor. biri yumruğunu havaya kaldırmış, hırsı var belli ki. biri boşluğa uzatmış kendini, yardım dileniyor. kimi roma faches'i gibi sıra sıra dizilmiş, birlikten ilk bakışta acı, ikinci bakışta öfke doğmuş. peki kuvvet? yok. çokça hasır bir sepet gibi örülmüşler, kimsenin kimseye faydası yok, yine de bir bütün olmuşlar. fayda da neyin nesi? derilerin rengine baksana, nasıl da hastalıklı hepsi. gestalt soslu kaotik bir rahatsız edicilik, hepsi bu. ya da bir bulmaca sorusu: yukarıdaki resimde kaç el vardır? ellerin hepsini görüyor muyuz? hepsine teker teker bakıyor muyuz? baktıkça içimiz bulanıyor biraz, ayy. susuyoruz. tanrının sol şakağından sonsuza uzanmış bir çift elim var. ellerimi görüyor musun?

Ne yapmalı?
               V.I. Lenin

Ekim 24, 2011

kum gibi.


dün gibi çekip gitme. şehirlere bombalar yağardı her gece. bırak da dolanayım ayaklarına. acımasız olma şimdi bu kadar. sonbahar damlardı damlarımıza. martılar ağlardı çöplüklerde. kum gibi ezip geçme. aydınlansın diye şu kirli yüzler biz durmadan savaşırdık.
her kelimesini içerilerde bir yerlerde hissettiğim. ne kadarı mümkünse, ona yakın. hem çıplak olmak benim suçum değil. yüzümüz kirli, kiminin az kiminin çok. bakakaldığımız, fanatikleştiğimiz, nefret ettiğimiz, görmezden geldiğimiz, acıdığımız, film gibi seyrettiğimiz, ah vah ettiğimiz, müstahak dediğimiz, insan ayırdığımız ve insanı insandan ayırdığımız her an o kire bulanıyoruz ki çamur dediğin temizdir aslında. onca kiri olsa olsa gözyaşları temizleyebilir. ondan ben bu gece martılara eşlik ediyorum. yıkanmak istiyorum derinlemesine, üstüm başım kan kokuyor. ne gördüm ne bildim sanki. hiç. o sayı bu sayı. her gün bir başkası. daha fazla sayı duymak istemiyorum, söylemeyin. saklayın ki, öğrenmediysem yoktur'un arkasına kayıtsızca sığınabileyim. ama yok, çıplaklığıma söz geçiremiyorum. ben nefretimi kendi içimden fitilliyorum, vücut boşluğumda adı konulmamış bir yerlerde kayboluyor. başımı otomobillerden çıkarmıyorum, bağırmıyorum, bağıramıyorum, kornaya da basmıyorum hiç. sadaka veremiyorum. kolay mı vicdan rahatlatmak. silemiyorum ki içimden nasıl sileyim. bir sembole onca anlam yüklemek ne kolay. kazdıkça kazınıyor. derine, daha derine. biraz öksürüğüm var ama öte yandan güçlüyüm ben, tutunabiliyorum. ciğerlerim, siz de sıkı tutunun. soluduğunuz havadan nefret ettiğinizi biliyorum ama zor zamanlar bunlar, bir gün unutacağız. şimdi çöplüğe gidiyorum. camlara çarpan martılara, ezilen kedilere, aç çocuklara, idam iğnelerine, patlayan bombalara, yıkılan evlere, sönen ışıklara inat rahat rahat uyumaya.

Ekim 10, 2011

midnight in paris.

review 1:


Geçtiğimiz günlerde Woody Allen’ın en yeni filmi Midnight in Paris (Paris’de Geceyarısı) vizyona girdi.  Bir Woody Allen klasiği olarak, alt metinde yine kadın-erkek ilişkilerine değinmeden geçemeyen yönetmen, bu defa da çoğu zaman Paris düşüncesiyle birlikte gelen nostalji konusuna odaklanmış ve Woody Allen tarzı romantik komedi çerçevesinde nostaljinin anlamını sorgulamış.

Öykü, tahmin edilebileceği üzere Paris’te ve birkaç günlük -ya da belki de birkaç yüzyıllık- bir zaman diliminde geçiyor. Henüz açılış sekansında uzun uzun karşımıza çıkan geniş Paris planları, bize bu filmin bir Paris güzellemesi olacağı yönünde ipuçlarını veriyor. Paris’e evlilik hazırlıkları yaptığı sevgilisi Inez (Rachel McAdams) ve onun seçkin zevklere sahip ailesi ile gelen Gil (Owen Wilson) başarılı bir Hollywood yazarıdır; ancak  ilk romanını yazmakta zorluk çekmektedir. Onun bu derdine derman olabilecek tek şey ise , bir geceyarısı tek başınayken esasında bir tür zaman makinesi olan at arabası ile Sidney Bechet’nin saksafonu eşliğinde çıktığı nostalji dolu bir zaman yolculuğu olacaktır. Kendini bir anda, çok öykündüğü 1920’lerden bir salon dansında bulan Gil için bu, hayallerini gerçekleştirebileceği bambaşka bir hayatın başlangıcıdır. Fitzgerald’lardan Hemingway’e, Picasso’dan Dali’ye, Matisse’e geçtiğimiz yüzyılın önemli sanat ve edebiyat adamları ile karşılaştığımız bu zaman tünelinde, Gil biraz geçmişe ama çoğunlukla da şimdiye dair sorularına cevap arayacaktır.

Film, sayıca da bir hayli fazla olmalarının etkisiyle çoğu zaman tek tipleştirdiği karakterleri üzerinden mizaha başvuruyor.  Hollywood yazarı baş karakter üzerinden kendisiyle bile dalga geçen Woody Allen, esasında alaya almadığı pek kimseyi de bırakmıyor. Owen Wilson’ın canlandırdığı Gil karakterinin, en ufak bir dış görünüş benzerliği olmaksızın,  gerek hal ve tavrı, gerekse konuşmalarıyla artık filmlerinin başrolünü oynamayan Woody Allen’dan çok da uzağa düşmediğini söyleyebiliriz. Filmde, dikkat çekici diyalog yok denilecek kadar az. Bol diyaloglu olmasına rağmen, konuşmaların çoğunlukla sığ nostalji güzellemeleri oluşu ve bahsi geçen sanatçıları inceden alaya almak haricinde işlevsizliği biraz üzücü.

Genel çerçevede film, nostaljinin bizi nasıl etkisi altına alabileceğini  ve ne kadar geçmişe gidersek gidelim her zaman, içinde yaşamak isteyebileceğimiz başka bir zaman dilimi olacağını fark ettiriyor. Dolayısıyla, filmin mesajı aslında oldukça basit: Elimizde kalan sadece bugün ve bugün karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmesini bilmeli, yarın “keşke” dememek için şimdi ‘o yağmurda yürümeliyiz.’

Van Gogh’un Yıldızlı Gece’sini afişinde kullanan Paris’te Geceyarısı, bunu yaparak zaten daha başlamadan pek çok sanatseverin yıldızlarını topluyor.  Önemli sayıdaki  ünlü oyunculardan kurulu güçlü kadrosuyla şöhretine şöhret katan film,  bu yılın hatırı sayılır Hollywood filmlerinden biri olacak gibi gözüküyor. Bununla birlikte, yönetmeni safi Annie Hall ve/veya Manhattan gibi filmlerinden  hatırlayarak bu filmi izleyecek olanların biraz hayal kırıklığına uğraması mümkün. Neticede; hoş bir seyirlik, tarihsel karakterleriyle sanatseverlerin merakını celbetecek düzeyde, zaman zaman eğlenceli; ama yine de daha fazlası değil.


review 2:
                                                                                                                                        
birinin çıkıp midnight in paris'in kötü denilebilecek bir film olduğunu söylemesi gerekiyordu. sezar'ın hakkı sezar'a diyelim, durumun  woody allen'ı sevip sevmemekle pek de ilgisi olduğunu söyleyemem. bu gözler annie hall'u da, en az onun kadar iyi olan manhattan'ı da gördü. kıyaslama yapmayacağım elbette, pek bir anlamı yok şu noktada. bahsettiğim, filmdeki sıkıntının yönetmenin "tarzını" sevip sevmemekle ilgisi olmaması.
filmi; olay örgüsünden, içeriğinden, oyuncularından tamamen bihaber bir şekilde, hakkında hiçbir eleştiri okumadan sadece woody allen filmi olduğunu bilerek izlemeye gittim. dolayısıyla böylesine beğenildiğinden de haberim yoktu, belki bu da eleştirel gözle bakmama epey yardımcı olmuştur. eğri oturup doğru konuşalım. doğru da oturabilirz fark etmez:
filmdeki pek çok şey gibi film de abartılmamış mı?
bir kere karakterler alabildiğine tek yönlü be old sport ne yapıcaz? bir ömür kadın-erkek ilişkilerini kurcalamakla geçti, hala pek de bir yere varabilmiş değiliz galiba. onu da bıraktım. o her şeyi bilen ukala adam, son zamanlarda gördüğüm açık ara en başarısız karakter.
karakterler üzerinden devam edeyim. zelda'yı gördük. bu arada burada epey bir spoiler mevcut sevgili okuyanlar, ona göre. işte zelda'yı gördük, aa ne tatlı. scott'u gördük. o da tatlı. hemingway zaten afedersin öküz gibi. picasso sapık. adriana afet.  bir yerden sonra kayışlar koptu ama, sıkıcılaştı ünlüler geçidi. güzeller güzeli dali'ye bile methiye düzemiyorum şu an o derece. 


hepsi bir kenara. değişmeyecek tek gerçek var. o da yumurtalara hala ihtiyacımız olduğu. benim adım alakasız.

Ekim 05, 2011

bulutları beklerken.

bir şey yazasım geldi. ne olsun bilemedim. tekrarlarımdan herkes gibi ben de kopamıyorum. o yüzden yine kararsızlıklarla savaşmaktayım bu aralar. seçilmeyen "kutu"da ne olduğunu hiç bilemeyecek olmak düşüncesi beni çıldırtıyor. varlıkları bile meçhul olan iyi ile kötüyü tayin edecek takatte değilim,  hiç olmadım. geçenlerde yıllık quote'um aklıma geldi. "if you don't know where you're going, any road will get you there." alis harikalar diyarından. bu sözü her düşündüğümde beni -teselli belki yanlış kelime ama- mutlu ediyor. nereye gittiğimi bilmiyorum. merak etmediğimi kendi kendime telkin etmeye çalışsam da zaman zaman ediyorum. bazı şeyler "yoluna" giriyor, belki bazıları çıkıyor yolundan. ama biz bir şekilde hep yoldayız. jack ve ben. yine de "oraya" varmak için daha ne kadar var?  benim de, bazı şeyleri bilmem lazım.
bir ekim var yolda, havada yağmur kokusu. bir tohum ekiyoruz; uzun yağmurlar kökünü çürütebilir, yağmurlar sulayıp besleyebilir. bulutları bekliyorum.

Eylül 30, 2011

film ekimi.

filmekimi macerasına biletikse derunî sevgilerimi ileterek başlıyorum.

blog aktiviteme son günlerde ara verdim, telafi edeyim diye listemi paylaşayım dedim:

1-yüz bin yıldır beklenen melankolia'nın cuma günkü son biletini cebren ve hile ile aldık galiba, ama bir taneye daha ihtiyacımız var. kısmete kaldı. ama melankolia için öldük. dirilip gelicez.
2-We Need to Talk About Kevin: Tilda Swinton'ı çok seviyoruz, o yüzden kevin hakkında konuşmak elzem.
3-A Dangerous Method: Bence mükemmel bir film olmayacak; ama Freud'u duyan geleceği için epey popüler. Cronenberg yine ne yapmış, izleyip göreceğiz kısmetse.
4- This is not a Film: "Madem anlatılabiliyor, film yapmaya ne gerek var?" bu kadar basit.
5-Café de Flore: jean-marc vallée'nin -o kim mi c.r.a.z.y'yi yönetmiş insan evladı- yeni filmi, tek sebebim bu.
6-Peki Şimdi Nereye?: Karamel'in yönetmeninden lübnanlı ablaları izlemece.
7-Acı Tatlı Tesadüfler: Klapisch'in işi benim nezdimde çok zor, Paris kadar iyi bir film olacak mı bilmiyorum. Umalım öyle olsun, içimiz bayram etsin.

Torrentable'lar:
Bisikletli Çocuk
Umut Limanı
Uyuyan Güzel
Restless
Başka Bir Dünya

ve diğerleri.

film ekenleriniz bol olsun.
sevgiler.


Eylül 18, 2011

bir hâl-i pür melal.

ruh halim iyice zıvanadan çıktı. uzun süreli bir depremin kağıt üzerinde bıraktığı izlere benziyor günden güne. hep ve hep başa dönüyoruz. küçükken hiç evden kaçmadığımdan olsa gerek bu kısılmışlık. kaçmak farklı, saklanmak farklı. ben kaçacağım yerde, giysi dolabımı boşaltıp onun içine saklandım küçükken. ondan bu korkaklık. yaşadığımızsa bir kısır döngü değilse ne?
yüküm ağır, tüm insanlara özür borcum var. batak ağır. yanlışları özenle seçerek yürümeye devam. "rakibime kaptırdığım vezir, ama ben farkında değilim." kıskanç bir insan olduğunu da öğrenmiş olduk.
dün bir nikaha gittim. damat tarafı olduğunu tahmin ettiğim birkaç teyze ve amca olay çıkardı. sebebini çözemedim. damat olayı yatıştırmaya çalıştı, gelin ağladı. içim buruldu, çok üzüldüm. ben bu olayı yarın unutucam, kavga edenler zaten çoktan unutmuşlardır. ama o iki insan hayatları boyunca hatırlayacak. yazık.
güzel şeyler de oluyor kafası bugün çok uzaklarda. o 'güzel şeyler', uzaklarda, hatta bazen çok yakında da, insanların acı çektiği gerçeğini değiştirmiyor. uzakta olan, hiç gelemezmiş gibi olan yaklaştıkça ve hayatımızla kesişmeye başladıkça çaresizliğin yükü giderek ağırlaşıyor.
çocukluğun sürreel dünyasını saymazsak, ölümü ilk görmemin üstünden bir yıldan fazla geçti. gerçek anlamda çaresizlikle ilk o zaman tanıştım. bir gün varken ertesi gün olmamak. daha fazla gerçek ve aynı zamanda gerçekdışı bir şey yok.
bugün de böyle.
anlatılanlarla hiç ilgisi yok ama çağrışımın olasılıkları sonsuz. madem sismograf metaforunu kullandık, iki sene öncesinin on altı şubatı'ndan gelsin de 'güzel bir şeyler' de yazılmış olsun bugün:

aşkın sismografını bağlayın
çılgınlaştı duygular
güneş manyak bir adama dönüştü

hadi şimdi yine başa dönelim çünkü ruh halim iyice zıvanadan çıktı.



Eylül 17, 2011

eylül.

bahar içime bugün çırağan'daki kaldırımlarda sarı yaprakları görünce ancak gelebildi. tosbağa hızındaki bünyeme her şey yavaş ulaştığı için olacak, bahar da aynı muameleye maruz kaldı. kopmak üzere olan bir ipe düğüm attık galiba bugün. onun da sevinci yüksek ve bugün bu cümleyi çok kurdum: içim kıpır kıpır. dahası, başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz. en sevdiğim renk mor ve güney yarım kürede yaşıyorum, var olmayan bir ülkede. öyle bir dünya. yaz'ınız boyunca üşüdüğümden hep battaniyeyle uyumuştum. artık atsam diyorum onu da bir kenara. battaniyemi attığım günü daha sonra aşık olduğum gün olarak hatırlayacağım. çünkü aşık olmadan geçen yazlara üzülüyorum. 

Eylül 14, 2011

progresif gece şiiri.

saat
gelmiş
dörde,
inmez
üçe.

mahur.

her gece yeniden doğuyoruz. her gece yeni bir yıla doğuyoruz. boğaz'ın üzerine mij çökmüş, hayal meyal uyumamış evlerin ışıkları seçiliyor. sabah oluyor ama ilk ışıkları göremiyoruz. akşamki havai fişekleri içine çekmiş gökyüzü, şimdi sessiz. gece yağmur mu yağmış, halbuki hiç duymadık, diyorum. yağmur değil o asfaltı kaplayan, çiy. ben hiç çiy görmedim. gördün işte. yezidiler, günde üç kez güneşe döner, dua ederler. ben de yezidi olacağım, bak güneşe döndüm yüzümü. peki ya gölgen ne olacak? gölgende canlar taşıyorsun. yine kaldırım taşlarının arasına mı gidelim dersin? hayır, bu defa olmaz. elimi tut, bir tartı bulup emin olmalıyız. neyden emin olacağız? yokluğumuzdan. sen çok fazla film izlemişsin. seyret şimdi, saçlarımı uç uca ekleyip birbirine düğümleyeceğim. çıkıp üzerinde yürürsem benimle gelir misin? kıyma onlara. ya bir gün kıymak zorunda kalırsam? böyle konuşma. peki, her telinde ayrı atan kalbi görebilmek için şair mi olmak gerekiyor? hayır. ya anlatmak için? anlatmanın lüzumu yok. o zaman ben de o şair gibi gökyüzünü öpmek istiyorum. gecelerim beyaz olsun istiyorum. kirpiklerimin birleştiği yer ufuk olsun. küçük sözleri kesip yolumuza döşeme vakti geldi. seninle geliyorum. ben ki her sabah gözlerimde çiy taneleriyle uyanıyorum. biz her sabah güneşle birlikte yeniden doğuyoruz.

Eylül 11, 2011

-reklamlar-

merhaba,
bugün hayrına reklam işiyle ilgileniyorum . nitekim, şöyle bir blog var: mahalliamok.blogspot.com
blogumuz ilhamını malezya'ya özgü bir cinnet türü olan amok'tan aldı. biz de yerel cinnetimizin bir kısmını buraya kusucaz. bu arada, okumadıysanız stefan zweig'ın kaleme aldığı amok koşucusu isimli öyküyü cinnetle tavsiye ederim.
buttercup, her daim sizlerle.

-reklamlar bitti-

süpeer effem.

Eylül 09, 2011

beni birileri yakacaksa ille de sen yak.

bugün yolda artık içimde güzel demli bir çay olmuş, böylelikle de burada yer alma vakti gelmiş bir kadın var. hepimiz onu  birkaç güzel ortaçgil şarkısından biri olan çığlık çığlığa yorumuyla -cover'ı kendisinden güzel olan şarkılara katkısıyla- tanıdık, sevdik. iki sene evvel de cihan  ismiyle ilk ve şimdilik tek albümünü çıkardı. evet, birsen tezer'den bahsediyorum. sesi de ismi kadar güzel bir kadın o. paylaşacağım şarkıya gelince, ilk aşk bu değil'i paylaşmak geldi içimden, en çok onu seviyordum. ama bugün, bir başkasına hak ettiğinden daha az değer vermiş olduğumu fark edip bu aşağıdaki boşluğu da ona ayırdım. şimdi çayımızı soğutmadan içelim. kadife ses sevgimiz hiç sönmesin. di gel yanıma.




Eylül 06, 2011

"yenilgi" böyle bir şey.

gezinirken şilili -evet ben de şilili olduğunu anımsayınca dehşete düştüm- ünlü sürrealist yönetmen alejandro jodorowsky'nin oğlu adan jodorowsky'nin çekmiş olduğu 2000 tarihli bir kısa filme denk geldim. baba jodorowski şu günlerde seksen iki yaşının sefasını sürüyor. son gördüğümde -ki o da şubat 2011 !f festival'deki söyleşisi- benden genç gözüküyordu. eminim hala öyledir. deli adama allah uzun ömürler versin. oğlu hakkında ise, babasının en ünlü filmlerinden yine !f'te gösterilen santa sangre'nin başrol oyuncusu olarak iyi bir iş çıkarmış olması haricinde pek bir bilgim yoktu. gelin görün ki, müzisyenlik ve yönetmenlik deneyimleri de varmış. bu paylaştığım filmi, babası mı çekmiş o mu çekmiş ayırt etmek güç elbette/maalesef, ama yine de güzel ve izlenesi. buyurun bakalım, echek (yenilgi).

Echek from Fernando on Vimeo.


Ağustos 31, 2011

mamoş ninni mamoş ninni.

müzik paylaşmaktan kendimi alamıyorum, biri beni durdursun. ya da durdurmasın ya bırak.

jehan barbur bana birkaç şey öğretti. şimdi bunları anlatacağım. öncelikle, dedi ki eğer çok güzel bir anı'n varsa bana dair ya da başka şeylere dair onu tekrarlamaya çalışmaktan mümkün surette kaçın. çünkü eğer böyle bir şeye kalkışırsan hiçbir zaman ilk seferki gibi olmaz ve ben anılarında güzel kalmak istiyorum, dedi bizzat geldi oturduk, konuştuk. daha açık konuşmak gerekirse birkaç ay arayla iki kez jehan barbur konserine gittim. birincinin güzelliğini burada anlatmam olanaksız. ama ikincinin ilki gibi büyüleyici olmayışının sebebi o kısa kızıl ve kıvırcık saçlı kadının saçlarının kızılının koyulmuş, kıvırcıklarının düzleşmesiydi belki de. çünkü o gün sesinde ne tutku vardı ne de karmaşa. ya da belki de sadece mamoş'u söylememişti.

mamoş bir elazığ türküsü. harputlu bekir hocanın, genç karısının onu mamoş adındaki delikanlıyla aldattığını öğrenince ikisini de vurmasının ardından yakılan ağıt. erkan oğur'un sesinden bildim, sevdim, tekrar tekrar dinledim. şimdi burada da en az onun kadar güzel olan jehan barbur yorumunu paylaşıyorum. iyi büyülenmeler.

bazı eller daha güzel ya da şilililerle.

(parantez içinde bir itirafla başlıyorum. ispanyolca'nın sadece ispanya'da konuşulmadığı gerçeğine artık tecahül-i ârif sanatıyla yaklaşmamalı ve güney amerika'yı artık bir orta dünya olarak görmemeliyim. yokmuş gibi ama güney amerika kıtası bu dünyada, evet.)

victor jara şilili bir müzisyen. ben küçükken şekli ve odamdaki siyasi haritadaki açık kahverengi rengi nedeniyle çubuk kraker dediğim şili. victor jara hem gitarına ve ülkesinin folk müziğine aşık, hem de bir devrimci. "nueva canción" (yeni şarkı) adında latin amerika'da ortaya çıkmış politik bir müzik hareketinin önemli bir temsilcisi. '73'teki Şili askeri darbesinde tutuklanıyor. bir daha gitar çalamaması için elleri kırılıyor ve elleri ibret olsun diye olayın gerçekleştiği Estadio Chile'nin (şili stadyumu'nun) tribünlerinin önüne asılıyor.

jara'nın o güzel ellerinden, her gün sevgilisi manuel'in çalıştığı fabrikaya doğru koşan amanda'nın şarkısı: te recuerdo, amanda. biz de seni hatırlıyoruz victor jara.

"La vida es eterna en cinco minutos."

bu taraftan,

.


konuyla ilgili olarak bir de, calexico isimli kötü bir şarkısını henüz duymadığım arizona kökenli biraz indie biraz country grubun victor jara's hands isimli bir şarkısı var.

"fences that fail and fall to the ground

bearing the fruit from jara's hands."

diyor. o da buradan, buyurun,

sevgilerle ve şilililerle.


Ağustos 30, 2011

kronos quartet muartet.

bu geceyi kendime kronos quartet gecesi ilan ettim. bende neleri varsa baştan sonra dinledim. short stories albümündeki soliloquy from how it happens'ı iki kere dinledim. link koyup paylaşmayı da çok istedim şimdi ama yutub'a düşmemiş maalesef.
amerikalı demokrat ve idealist bir gazeteci olan i.f stone'un bir konuşmasından parçalar alıp ekleyip çıkarıp art arda getirip yaylılarla dahice uyumu sağlayan ekranları başında bizi izleyen scott johnson'a sevgilerimi gönderiyorum buradan. söylevler nasıl da müzikalite içerebiliyor, ne güzel de diyor, "we have to begin to enjoy the differences in the human family" diye loop'a alıp tekrar tekrar. on üç dakikalık birlikteliğin sonunda da şöyle bitiriyor: "is it necessary.. is it necessary ..is it necessary..to.. uh..have to repeat? ..is it necessary.. After two thousand years all the things you people read in Sunday school?" "How absentminded! How forgetful!" ne güzelsin. o kadar anlattım da internette hala bulamadım, vazgeçiyorum. elimden gelen tek şey, güzeller güzeli albüm kapağını paylaşmak:

şimdi başka bir şarkıdan bahsedicem yine kronos quartetin yaylılarından çıkma: o da benim daimi ve deruni aşkım misirlou yorumları. misirlou'da tuhaf bir şeyler var, kim çalsa söylese bayılıyorum. esasında mısırlı güzel bir ablaya olan aşkı anlatan bir yunan şarkısı. tabii pek çok halk şarkısının uğradığı akıbete o da uğruyor ve dilden dile geçip değişik yorumlar kazanıyor bazen tanınamaz hale bile geldiği oluyor. kısacası misirlou öyle bir şarkı ki, hem bir başka ebedi aşkım pulp fiction'ın soundrackinde çalıyor, hem "yaralı gönlüm" adıyla zeki müren'in seslendirdiği bir türkçe versiyona sahip, hem de aşağıda dinleyebileceğiniz başta da bahsettiğim çağdaş klasik müzik üstadları kronos dörtlüsü yorumu mevcut.

gece çıldırmama yoldaşlık eden müzikal zirveler karşısında saygıyla eğilmekten başka bir şey gelmez elimden.

sevgiyle kalın.



Ağustos 29, 2011

devrimin sesi uzaktan hoş gelir.

mesele bir: davul sesi kompleksi (dsk) sadece bende ve etrafımdaki birkaç insanda var sanıyordum. yanılıyormuşum. bir süredir gözlemleyebildiğim kadarıyla devletlerin iktidar organları da bu kendini bilmez çifte standart tanrısı kompleksten mustarip. işe gelme ya da gelmeme durumuna göre devrim çeşitli giysilere bürünebiliyor. içeride d harfini yasaklayan zihniyet, dışarıdaki baharlara, çiçeklere, kışlara fütursuzca alkış tutmaktan gocunmuyor. içeride safi sosyal medya paylaşımlarıyla arkadaşlarını temel haklarına sahip çıkmaya çağıran gençleri on yıl hapse mahkum eden ingiltere, rejim yıkan libya devriminin en büyük destekçisi. lahana turşusu kafalı iktidarlar perhizden çok iyi anlıyor. seçerek yiyor. beğenmediğini tükürüyor. bunların yanında bizim kendi dsk'miz bir hayli naif kalıyor elbette. ama cümleten geçmiş olsun. umarım hepimiz yakında iyileşiriz devlet babacım.

mesele iki: birkaç gündür benim de ciddi anlamda sinirlerimde oynayan tek başarısı her türlü haberi magazine etmede altın madalya kazanmak olan medyanın camilia vallejo'ya dair magazin soslu tatlı ve sevimli haberlerine cevap niteliğinde pınar öğünç'ün bugünkü yazısı içimi okumuş. teşekkür ediyorum. buradan sonrası biraz da bu yazıdan yola çıkarak söylendi.
erkekliğini öne çıkarıp ve bunun bir uzantısı olarak kadınları korunması gereken küçük ve tatlı nesneler olarak görüp ciddiye alamayan erkeklerle, dişiliğini öne çıkarıp bunun üzerinden kendine iyi kötü bir yer edinmeye çırpınan kadınlar -ki bunun ciddi bir feminizm boyutu da var- eşit derecede tiksindirici ve bu iki stereotipin birbirlerini tamamladığını düşünüyorum. bırakın erkekleri bir derdi olan kadınların hemcinsleri tarafından bile ciddiye alınamaması büyük bir sorun. feminist diskur da büyük ölçüde bu ciddiye alınamama sorunu nedeniyle çöküyor, çöktü. feminizmi bu kadar gülünç kılan ne oldu bilmiyorum. ama işte, "çok tatlılar." yapacak bir şey yok. tabii bu durum ve yukarıdaki olaydaki sıkıntı sadece türkiye ve türk medyasının içine düştüğü bir gaflet değil. iddia edildiğine göre, bolivyalı bir devlet adamının vallejo için, hepimiz ona aşığız, mealinde dar kafalı ucuz laflar etmesi durumun küresel boyuttaki vehametinin göstergesi. beyler o kız orada siz ona aşık olun diye çırpınmıyor, aşırı romantize etmek olmayacaksa kız devrim yapıyor, devrim hani sizin adını duyunca korku ve paranoyadan ne yapacağınızı şaşırdığınız, sayısını hiç bilemeyeceğimiz insanı katlettiğiniz, nicesini cezaevlerine yolladığınız devrim, uyanın.

meselesizsiniz: neyse bunları boşverelim şimdi de, tatilde omzuma bir ç dövmesi yaptırdım, çok güzel oldu. o da yakışıklı bir devrimciydi vesselam. mekanı cennet olsun.

m.

Ağustos 25, 2011

hier encore.

car mes amours sont mortes
avant que d'exister
mes amis sont partis
et ne reviendront pas
par ma faute j'ai fait
le vide autour de moi
et j'ai gâché ma vie
et mes jeunes années

hier encore.




Ağustos 23, 2011

haftanın kelimeleri köşesi.

deniz güneş kum havlu güneşyağı havuz kelebekvadisi plaj sukaydırağı şelale libya dalga denizfeneri woolf aljazeera pizza icetea dondurma sivrisinek papatya areyoubritish? chaiselongue vınn tuz dondurma kaddafi bikini balık fotoğrafmakinesi tekne akvaryum soğuksu fındık kola domates top cupcup güneşgözlüğü altıgenyatak klima fenerbahçe market ben&jerry's krem çamur carettacaretta iztuzu tuzizi tatlısu şeftali ırak kürtleri bilardo pide kumsaldagazete günbatımı ve uçak.

Ağustos 17, 2011

greenwhich book.

teknolojinin nimetlerinden faydalanırken whichbook diye bir siteye denk geldim. kazara okuyan falan olursa burayı girsin siteye bir baksın, değişik gözüküyor. benim ilgimi cezbetti. tavsiye ettiklerinin hiçbirinin adını duymamış oluşum hoşuma gitmedi ama sağlık olsun. buyrun buradan: http://www.whichbook.net

sevgiler.

mümkünse susayım.

alkhşkaf^&!%/!)!!?)(AKjhk=)1987bouojbyfa!)(/69asdişslmnbr(&(*?91. =))))))

hemen her şeye getirecek bir yorumu, söyleyecek bir sözü olan insanlar çok konuşuyorsunuz. konuşmaktan yorulmuyorsunuz. konuştuklarınızın en üstte benim konuştuğumdan bir farkı yok, espri yaptım bir de sonunda ama siz anlamadınız tabii. her an her yerde yaygara koparmaya meyilli, polemik aşığı insanlar, çok oluyorsunuz. ilgi odağı olabilmek için ileri geri konuşan, hiçbir surette altından kalkamayacağı büyüklükte ağır laflar eden şımarık insan, sen de çok oluyorsun. insan, safi ziyansın. inkarı siper etmişsin kendine, sürekli büyükleniyorsun. bazen gerçekliğinizden kuşkuya düşüyorum ya o kadar fazlasınız ki kendi gerçekliğimden utanıyorum.

tabii ben de internet dünyasında benim için ayrılmış bu alanı kirletmekten imtina etmiyorum şu an. her ne kadar bunu kimsenin gözüne sokmak gibi amaçlarım/eylemlerimin olmayışı içimi biraz olsun ferahlatsa da, bu kirliliğe katkıda bulunduğumu kabul etmemek kendini bilmezlik olur.

durmadan, yılmadan kirlilik üretiyoruz. sosyal medya "paylaşımları" -eskiden kurabiye falan paylaşırdık, şimdi ancak kurabiye yaptığımızın haberini paylaşıyoruz. tuhaf zamanlar.- ya da sosyal medyayı da geçtim; sadece anlamsız, içtenlik yoksunu selam ve naber'leri görünür kılıp boşluğa salsak, sıkışıklıktan sokakta yürüyemezdik heralde. şimdi bir de, diğer bütün o laf ebeliklerini ekleyiverin. dünyayı şöyle güzelce çalkalayın, ülke/vatan/ulus -ne derseniz deyin- kalıplarına dökün. ta-taaa! sindirimi zor bir yemek ama bakalım beğenecek misiniz, afiyet olacak mı? evet, böylelikle sosyal medyadan yemek tarifi paylaşımımı da gerçekleştirmiş oldum. bu gece rahatça uyuyabileceğim. ne diyordum?

insan, sen bir çocuksun. en güzel halin, bir yaşına gelene kadarki halindi. çok ağladın, çok güldün ama hiç konuşmadın. o zamandan beri de hiç büyümedin aslında sadece yaşamını sürdürmeyi öğrettiler sana. sonra da çocuk aklınla boyundan büyük işlere kalktın. çünkü sana boyunun uzadığını söylediler, ama onlar sana yalan söyledi. çünkü sen hala oyuncak bebeklerinle evcilik oynamaya çalışıyordun, fakat farkında olmadığın bir şey vardı ki o bebekler artık can taşıyordu. (burası climax, şimşekler çakıyor, gökyüzü aydınlanıyor. na na na naa!)

yeter. ben artık sessizlik istiyorum. konuşurken anlaşamadığımız ortada. konuşmadan anlaşmanın zamanı geldi. yemek için açsak ağzımızı sadece, öpüşmek için kıpırdatsak dudaklarımızı? tek bir çıtırtı olmasın. lütfen diyorum bak.

son olarak bir ibret hikayesiyle kirletmeye ara veriyorum. yakın zamanda kaldığım yerden devam ederim. konuşmakla lanetlenmişiz çünkü. lafı çok geçmişken, omo yalancının önde gidenisin, kirlenmek güzel falan değildir.

here comes the ibret: unutmayın sevgili insanlar, oh dae-su da "çok fazla konuşmuştu." -sessizlik- sonrasında ne olduğunu izlemiş olan bilir. -sessizlik- bu bir tehdit değildir, ama olsa güzel olurdu. bir daha düşündüm de epey güzel olurdu.

şimdi mümkünse susmak istiyorum.

bir de, ya ben aslında hepinizi çok seviyorum.


Ağustos 11, 2011

sabır ve sonuna dair.

tam da bugün "sabır" konusuna odaklanmışken ve sabrın sonunun selamet mi yoksa sefalet mi olacağını sorgulamaya vermişken kendimi, durduk yere karşıma konstantin simonov'un en ünlü şiiri, bekle beni 'nin ezginin günlüğü bestesi çıktı. bekle beni' nin yeri özel, çünkü bekle beni , üvercinka'nın kardeşi. şiirin kanı, mısra kardeşiler. bekle beni bir cevap üvercinka'ya.

bugün bir umut var içimde; ama geleceğe değil, şimdiye dair. ne kadar sürer, ya da hiç sürer mi bilmiyorum, ama umurumda değil. çünkü bugün bekleyebiliyorum.

o zaman sen de, laleli'den dünyaya giden tramvayda bekle beni.

üvercin k.

Ağustos 09, 2011

we need a revolution.


insanın kağıt karşısındaki acizliği gururuma çok fazla dokunuyor. yaşamımızı devam ettirebilmemiz için türlü türlü, anlamsız, değersiz, evet değersiz -değerden anladığımız hep fiyat mı olmak zorunda- kağıt parçalarına muhtaç oluşumuzu aşağılık buluyorum. madem insanız ve yaşamak için doğuyoruz, ve diyelim ki su içmeden, yemek yemeden, hastalandığımızda iyileşmeden hayatımızı devam ettiremiyoruz, neden tüm bunlar için bir bedel ödemek zorundayız? eğer ki nefes almak için bir bedel ödemiyorsak -tayland'daki oksijen barları hariç tutuyorum- bu, diğer temel gereksinimler için neden bedelsiz olamıyor? gerçekten arada ciddi bir fark göremiyorum. gerçek olan şu var, insan o kadar aciz ki günden güne kendi kendini daha aşağılık hallere büründürüyor. yeşil bir kağıt parçasıyla durmadan mastürbasyon yapıyor. köreltilmiş düşüncesi o'nsuz bir hayat düşünemiyor. keşke hiç olmasa demek yerine, keşke bende de olsa diyor.

belki de tüm sıkıntı burada, yani insanın bencilliğinde. başkasında olup olmamasının aslında o kadar da bir önemi yok, kendisinde olsa bu durum onu tatmin edecek ve bu noktadan sonra kağıt parçalarıyla bol inişli çıkışlı olması muhtemel bir aşk yaşayacaktır.
para kullanımı insanın kendi kendine yaptığı kötülüklerin başını çekiyor, belki de en büyüğüdür.

that's why...

Ağustos 08, 2011

ahlaksızlık ya da?

biz batı'dan sevginin ahlaksızlığını aldık. sonra geldik, güçlü ve kırılgan imparatorluklar kurduk kendimize. kelebekten korkanlar hanedanının soylu temsilcileriydik.
öleceğimizi biliyorduk ya ölmekten çok yaşamaktan korktuk. yolları biliyorduk bilmesine, gitmekten çok varmaktan korktuk.
kozalarımız dar geliyordu vücudumuza, buna rağmen onları çok sevdik. çünkü o gün ipek gibi huzurluyduk.
ertesi gün kelebeklerden korktuk. sığınmak için ağaç kovuklarına saraylar yaptık iki kişilik. kanatlarımız yüreğimizde çarpıyordu.
oysa biliyorduk ki bütün imparatorluklar çökerdi.
bir imparatorluktu aşkımız. bir sabah aniden çökmeye uyandı.

Ağustos 07, 2011

the kinks - sunny afternoon

lazing on a sunny afternoon, in summertime..

yüzyılın en iyi ironi klibine aşığım the kinks.


m.

Ağustos 04, 2011

duygulu doğum günü mesajı.

aktivist olma yolunda ilerlerken bir senden vazgeçemedim. yirmi dört taksit belki de en çok bana yaradı. uzaklığı en aza indirgedik bu sayede. "çok uzak şehirlerde aynı çarpan iki yürek" bizim yüreklerimizdi. konuşmasak da görüşmesek de, neyi okuyup ne düşündüğünü, neyi görüp ne hissettiğini bildim. kaybetmekten korkulanlar listemde başları çekiyorsun şimdi, aynı sebepten yerin de bir o kadar sağlam. ayrılıkların üzerinden bir yıl ancak geçmesine rağmen çil yavrusu gibi dağılan, sen kendini çektikçe çorap söküğü gibi sökülüp kendini çözen çevremiz belki de mıknatısla ayrıştırmayı gerçekleştirdi, bir ömür boyu yanımızda kalacaklar ile öylesine yanımızdakileri birbirinden ayırdı.
yanıbaşında benim için her zaman bir yer olması dileğiyle,
iyi ki varsın.

Ağustos 03, 2011

Grizzly Bear - Ready, Able.

ben böyle güzel video görmedim.




love will come through.

şimdi bakıyorum da epey boş ve anlamsız kalmış burası, travis ee? love will come through ee? vs. hemen doldurayım, şimdi izleyenin de göreceği üzere klip on numara, bir de bu şarkıyı geçmiş zamanda a.f.ş. (19) çok aramıştı. ne bu ne bu ne bu x10 diye, sonra da bulduğunda küçük yaramaz pıtırcıklar gibi sevinmişti. ben de her duyduğumda onu anıyorum. londondon kuşuma selamlar olsun.

love will come through, indeed.


Ağustos 01, 2011

aylaklığa övgü ve tembellik hakkı.

enver aysever'in dünkü birgün gazetesi'ndeki mükemmel ötesi yazısını olduğu gibi aktarıyorum. edebiyat ne güzel. sanki gerçek olan sadece edebiyat, sadece düşünceler. sadece edebiyat sayesinde 'dışarıda' olabiliyoruz. başka hayatlara ağ atıyoruz, yakalayabildiklerimiz hep bizimle kalıyor.


Ne zaman eli cebinde gamsız biçimde kendini sokağa bırakmış birini görsem sevinirim. Zamanını özgür kullanma olanağına sahip birinin varlığı umut verir. Esaret çağının çatlaması için çabalayan herkes dikkate değer. Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ romanını pek severim. Uzun zaman oldu okuyalı ama bende tuhaf bir duygu bıraktı; sanki herkes kendi aylağını yaratmak zorunda gibi gelir bana. Sait Faik’te güzel bir imgedir. İstanbul’un içinde, adalarda özgür savrulur, kahvelerde oturup derin çay sohbetlerine dalar, insanlar bulur, öyküler derler, başında fötr şapkası bir İstanbul gezginidir… Şahane bir resim gibi gelir bana. ‘Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye’ kurar kafasında. Orhan Veli de güzel bir aylaktır. “Bedava Yaşıyoruz Bedava” diye mırıldanır sanki ve bunu kanıtlarcasına salınır caddelerde. Kimi zaman sabah herkesten önce kalkıp gökyüzünü onarır. Buna inanır.

Galata Köprüsü’nün üstünden geçerken sağlı sollu yerleşmiş balıkçılar görürüz. İstanbul’un en güzel resmidir bu. Sabah erken saatlerde ellerinde kovaları, asgari gereksinimlerini karşılamak için hazırladıkları küçük çantaları, biraz dinlenmek için yanlarında gezdirdikleri açılır kapanır iskemle, başlarında şapka, saatler süren keyifli bir uğraşın içindedirler. Dışarıdan birinin kavraması hayli güç bir eylemdir bu. Artı değer üretmeyen belki de. İş sahibi olmanın kutsandığı, kâr etmenin tek yararlı eylem olarak görüldüğü bir dünyanın içinde, belki de salt akşam yiyeceği bir iki lüferi tutma gayreti dışında ereği olmayan bu kişiler enayi gibi durur kimileri için. Oysa bazen küçük bir mangal da eklenir bu fotoğrafa, bir yandan ızgaraya sürülür denizden az önce çıkmış balıklar, çay bardağında geniz yakan iki yudum rakı eşlik eder bu törene. Köprünün konukları göz hakkını alır, sohbet koyulaşır, demlenir, derinleşir.

Eskiden bir kitabın peşine düşenlere rastlanırdı. Moda’nın yan yana dizilmiş sahaflarında görülürdü bu kişiler. Baskısı tükenmiş bir hatıratın izini sürmek ciddi bir uğraştır da, nedense dikkate alınmaz. Dükkânın içinde kedilere rastlanır çoğu zaman. Bu kez sabahın ilk çaylarının buğusu eşliğinden koyulaşır söyleşi. Bilge Karasu “Ne Kitapsız Ne Kedisiz” demiştir çoktan. Yeteneksizlik kutsanmamış, alınır satılır olanın dışında da bir dünya olduğuna inanılmıştır. Belki de yaşlı sahaf, salt bu sohbetler sürsün, buluşma mekânları yitmesin diye açmaktadır kapısını her sabah. Kitap satışları yok denecek kadar azdır, ne gam… Melih Cevdet’in ‘Paris Yazıları’ndan birinde okumuştum, içki içmek için yolda hızla ilerlerken yanına yaklaşan bir berduş para istemiş ustadan. Önce terslemiş adamı, sonra “ne yapacaksın” diye sormuş. Adam “şarap alacağım” deyince, utanmış kendinden, parasının yarısını vermiş berduşa. “Ben de içmeye gidiyordum. Adamı kınamaya, eleştirmeye hakkım yoktu. Madem ikimizde içecektik. Parayı da paylaşmalıydık” diyor.

UZMANLIK ÇAĞI TUTSAKLARI
Bahar aylarıyla birlikte alerjim azar, biri sprey olmak üzere üç ilaç ancak ayakta kalmamı sağlar. Bağırsaklarımdan kaç zamandır şikâyetçiyim. Reflü ve kolit belimi büküyor. Önlem almak için ayrı, hastalık derinleştiğinde farklı ilaçlara tutsağım bir yandan. Yaşlılar gibi bir ilaç çantası hazırlamak zorundayım. Kronik baş ağrıları için ayrı bir hekime gereksinim duyuyorum, peşimi bırakmayan çarpıntılar için ruhumu dindirecek psikiyatristlere. Yetmiyor, dengeli beslenmeme karşın yağı bozuk, sütü bozuk dünya, söz de yeni lezzetlere yelken açmama olanak verirken, bir yandan ince ince hasta ediyor beni. Dermatolojik sorunların tamamı sinirsel deyip geçmek geliyor içimden ama… olmuyor. Hekimler önemli. Hekimler güvenli. Hekimler yol gösterici. Hekimler belki… farkında olmadan hasta eden beni, dilim varmıyor söylemeye ama… onlar da karmaşık denklemin bir parçası sanki. Şimdilerde derin soğutucularla serinletilmiş beş yıldızlı hastanelerinde çoğu pineklemekte. Gözler kapıda hasta beklemekteler. Ama düzen, bu uzmanlar çağı onları hem tutsak etmiş, hem de gardiyan…

“Her okul bir hapishanedir” diye yazmıştım bir kitabımda. Gece uykumun en derin anında, hâlâ sıçrayarak kalkıyorsam ve boğazımda bir yumru yıllardır bitmeyen sınavları bir kâbus olarak düşlerde yineliyorsam haklıyım. Bir çocuğun babası olarak ben, nasıl olur da kendi ellerimle adı uzman olan, giderek canavarlaşan düzenin kocaman ellerine bırakabilirim yavrumu. Daha doğmazdan önce başladı garip süreç. Doğayla didişmenin yanıltıcı süreci. Konforlu muayenehanelerde uzmanlarla görüşerek çıktık yola. Doğum ve sonrası uyulması gereken koşullar, sütten kesilme telaşı, derken çalışmak zorunda olan bir kadının işle, ev arası karmaşık savaşımı. Bir damla anne sütü heba olmasın diye steril küçük şişelere yazgılı zamanlar. Küresel şirketin bir odasında, anneye saygı gereği hazır edilmiş bebek mekânında, ağrılar, sancılar içinde göğsünden akan sütü koruma altına almak… Akşam koştura koştura eve gelmek, o bir yudum bedenden taşan anne sütünü bebeğin dudağına bırakmak. Bakıcılar. Kaçanları, saldırganları, yalancıları… Bakıcılara yazgılı konforlu, varsıl bir yaşam. Bakıcıları mutlu etmek için çabalayan beyaz yakalı zavallılar!

Anaokulları sonra. Pedagoglar. Uzman sözler. Derin tahliller. Çocuğum el işlerinde başarılı mı? Çocuğum bir müzik aleti çalabilecek mi? Spor yapıyor mu? İngilizce konuşabilecek mi? Kaç sözcük öğrendi? Ruhsal gelişimi nasıl? Uzmanlar bilir. Uzmanlar söyler. Onların gözleri başka, elleri farklı, dilleri acıdır. Uzmanlar esir alırlar çocuğunuzu. Gönlünce sevemezsin. Konuşamazsın. Kana kana terlemek yasak. Sevişmek de! Boşanmış anne babalara ayrı reçete. İç içe geçmiş dramlar. Az önce eşini boşamış pedagog akıl verir. Daha kendi reçetesini yazmamıştır aslında. Antidepresanlar arasında kıvranırken uzmanlığın gereğini yapar. Çocuğu olmayan uzmandan, çocuk üstüne dersler… Okullar yıllık ücretleri açıklar. Kardeşler için ayrı fiyat verilir. İndirim hakkı. Yemeğe ayrı para ister, servise ayrı.

Üniversiteler tatil köyü gibi satılır. Billboardlarda sırıtan yüzler. Bilim satarız biz derler ama iş ve işçi bulma kurumu muadili olsalar yeter. Olmaz. Ne meslek sahibi eder öğrenciyi ne de mutlu. Hangi meslekten söz ediyoruz, belli değildir aslında. Denizi görmemiş su ürünleri mühendisleri yetişir. Yetmez, türlü sosyal bilimciler arasında kavrulur zihinler. Uydurma saha çalışmaları içinde kıvranılır beri yandan. Hukuk taca çıkar, hukukçular sahaya girer, hakem düdük çalar, oyun biter. Okullar mahpusluktur aslında. Özgülüğünüzü çalar, öğretilerini dayatır. Kampuslarda birbirine benzeyen kızlar görünmeye başlar. Ardından sevimsiz oğlanlar belirir. Yüzlerde aynı sırıtış, derinde aynı umutsuzluk…

İŞSİZLİK HAKKI
Bir ‘İŞ’i olanın adam sayıldığı günlerden geçiyoruz. Yeni emekli olmuş ya da kovulmuş babalar, çocuklarına hissettirmemek için sabahın köründe sokaklara düşüyor. İş sahibi olmamanın utancını gizlemek için. İvan İllich ilginç bir yazar. Din adamlığı eğitimi görüyor. Doğa bilimi, felsefe okuyor. Anlaşılan yaşamını bir öğreti gibi koyuyor ortaya. Kanser oluyor, tıbbın içinde bulunduğu koşulları onaylamadığı için tedaviyi reddediyor ve ölüyor. ‘İşsizlik Hakkı’nı yazıyor. İçinde bulunduğumuz koşulları ‘Modern Yoksulluk’ olarak tarif ediyor. Olağandışı zenginliğe sahip olanların dışında herkesin bunu paylaştığını söylüyor. Ruhların sefaleti diye ben de ekleyebilirim.

Düzenin tarif ettiği işlerin yararlı sayıldığı ve özgürlüğün, söz söyleme hakkının da buradan gelen güç ve iktidarla anlamlı bulunduğu bir denklem içindeyiz. İhtiyaçlar bizim dışımızda şekilleniyor ve özgür olduğumuzu sandığımız o an, tersine egemenliğimizi devrettiğimiz bir süreç başlıyor. İhtiyaçlar, özgürlük arasında garip bir ilişki var;

“Hem geleneksel hem de modern toplumlarda çok kısa süre içinde önemli bir değişim gerçekleşti ve ihtiyaçların giderilmesi için kullanılan araçlarda radikal değişiklikler oldu. Motor gücü kasları zayıflatırken, eğitimde özgüven sahibi merakı öldürdü. Sonuçta hem ihtiyaçlar hem de istekler, tarihsel örneği olmayan bir karaktere büründüler. İhtiyaçlar ilk kez neredeyse tamamen metalara yapışık hale geldi. Çoğunluğun istediği yere yürüyerek gidebildiği zamanlarda, insanlar ancak özgürlükleri kısıtlandığında kendilerini baskı altında hissederlerdi. Şimdi ise hareket edebilmek için ulaşıma muhtaç hale geldiler ve artık özgürlük değil seyahat hakkı talep ediyorlar. Ve daha fazla taşıt daha fazla insana bu ‘hakkı’ sunmaya devam ettikçe değeri düşürülen yürüme özgürlüğü seyahat ‘hakkının’ gölgesinde kalıyor. Çoğu insan, bir diğerini izleyerek istiyor. Herkesin yolcu haline geldiği bu durumdan özgürleşmeyi hayal bile edemiyorlar, çünkü onlara göre bu, modern insanın modern dünyada kendi başına hareket etme özgürlüğü demek.”

Yer değiştirme hakkımız taşıtlarca gelişiyor sanıyorsak da, esasen yürümenin anlamı, özgürlükle ilişkisi arasındaki bağı unutuyoruz. O halde balıkçıyı göremeyen gözlere sahip olmanın, suda oynaşır hallerini fark etmemenin, kenti bir baştan bir başa kendince kat etmenin ne olduğunu da bilmek giderek zorlaşıyor. Garip bir körlük hali bu belki. Uzmanlar çağının içine sıkışan kişi, bu gereksinimlere uygun düzenlenen çevreye, binalara ve taşıtlara yazgılı bir hal alıyor. Bunu sorgulamak şöyle dursun, bu yapının içinde güçlü ve kalıcı bir yer edinmek için çırpınır halde buluyor kendini. Öğrenilmiş bir gereksinimler bütünü, yine aynı elden geliştirilmiş bir iş tanımı ve özgürlük tarifi. En büyük yanılsamanın da burada başladığını artık iyice biliyoruz.

İyi eğitimli ve uyumlu bir hayvan olarak insan, ömrünün üçte birini İllich’in demesiyle ihtiyaçları nasıl karşılayabileceğini öğrenerek geçiriyor. Kalan üçte ikilik zamanı da alışkanlıklarını yönetenlerin müşterisi olarak geçiriyor. Dinlenmek için tatile çıkan, ama alıkça sağa sola bakan turiste dönen kalabalıktan söz ediyoruz. İllich bu çağın zehrinin profesörler tarafından üretildiğini söylüyor. Seçmen denilen kitle üzerinde uzmanların ve teknokratların baskısının altını çiziyor. Biz de buna ‘verili, tanımlı özgürlük’ diyelim. Öğrenilen özgürlüğün, esasen tutsaklık olduğunu ve kişinin kendi zindanını sırtında taşıdığını bilmem söylemeye gerek var mı?

Bir ‘İŞ’i olmayan kişinin kendini suçlu sayması, bundan ötürü hakaret görmeye, toplumsal haklarını devretmeye rıza göstermesi üstüne iyice kafa yormak gerekli. Erken emeklilerin, öğrencilerin, işsizlerin, ev kadınlarının suçlu olarak kabul edildiği ve iş sahibi olanın da er ya da geç bu büyük tutsak ve suçlu kalabalığa katılacağı günü beklediği garip ve hazin bir tablodan söz ediyoruz. Doğumdan başlayan, eğitim aşamasında büyüyen, imtihanlarla diri tutulan, diplomalarla geçiştirilmeye çalışılan, bir iş sahibi olunduğunda kısmen dinen ama nihayetinde hazin son geldiğinde bir vicdan azabı gibi kişinin peşini bırakmayan bir duygudan, olgudan söz ediyoruz. Vahşi, sinsi ve saldırgan! Kişiye seçmen dendiği anda bile, kısıtlı seçimlere mahkûm eden bir düzen.

ÖZGÜR YURTTAŞ OLUR MU?
“Yurttaş özgürlükleri normalde başkalarını sizin istediğiniz şekilde hareket etmeye zorlamaz. Benim kendi fikrimi söyleme ve yayımlama hakkım var, fakat herhangi bir gazete bunları basmak zorunda olmadığı gibi, herhangi biri okumak zorunda da değil. Güzelliği kendi gördüğüm şekilde resmetmekte özgürüm, fakat hiçbir müze benim tablomu almak zorunda değil. Ama aynı zamanda, özgürlüklerin koruyucusu olarak devlet insanlara özgürlüklerini yaşayabilmeleri için gereken eşit hakları çıkarabilir ve çıkarır da. Eşitliğe anlamını ve gerçekliğini bu tür haklar verir, özgürlükler ise özgür davranışı şekillendirir ve mümkün kılar. Konuşma, öğrenme, iyileşme ve bakım özgürlüklerini yok etmenin özel yolu, insan haklarını yurttaşlık görevlerine dönüştürüp başkalaştırmaktır. Bu üçüncü yanılsamanın en belirgin özelliği, insanları kamu tarafından desteklenen hak arayışlarının eninde sonunda özgürlüklerin korunmasını sağlayacağına inandırmasıdır. Gerçekte ise toplum profesyonellerin kendi haklarını tanımlamasını meşrulaştırdığı sürece, yurttaş özgürlükleri uçup gider.” diye bitiriyor kitabını İllich.

Uzmanlar ve onların dayattığı araçlar ve gereksinimler arasında yol bulmak kolay mı? Emin değilim. Düzenin esiri olmamak için özel direnç göstermenin ne denli başarılı sonuç vereceğini de kestiremiyorum. Artık doğanın emirleri için de, ona uygun devinen bir insandan söz açmaz olası değil. Çevreyi daraltan, sözleri ve eylemleri kısırlaştıran modern yaşam içselleşiyor. Garip uyarıcılar çağındayız. Bir kitabı dış etken olmadan rahat okumak, bir uykuya didişmeksizin dalabilmek kolay değil. Kaçmaya çalıştığınızda tüm geçmişiniz ve dünyanın yükleri peşinize düşüyor. En önemlisi kendiniz için cesaret edip, risk almaktan uzak durduğunuz bu uzmanlar çağının törenleri, değerleri karşısında, çocuğunuza sormaksızın, onun adına dikilmek de kolay değil. İradesini teslim almak demek. O okulları, doktorları, hukukçuları, bitmek tükenmek bilmeyen danışmanları reddetmek hakkı kimde?

GÜÇLÜ BİR ÇIĞLIK
Ölümü kapıya dayandığında “Üstü kalsın” diyebilen bir Cemal Süreya’dan söz açmak mümkün. Onun şiirinin evreninde gezinmek ve özgürlüğe dokunmak için bir adım daha atmak. Karaburun’da balıkçı tekneleri birer ikişer iskeleye yanaşırken, bu canlı tabloya kadeh kaldırmak da mümkün!

Okuldan kaçmış çocuklar gibi şen ve şımarık oynayan beyaz yakalı uzmanların neşesine kapılıp, biraz olsun hallerinden anlamaksa gerekli. Tuhaf bir tahterevalli de, ertelenmiş öyküler çağındayız. Hep mutlu bir yaşam vaat eden, asla bugün için yaşam önermeyen, sanal gelecekler çağındayız.

Şiir denize karşı atılan güçlü bir çığlıktır. Aylaklık ve işsizlik bir hak!

i'm..

tatlı brit-indie grubusu babybird'ün ugly beautiful albümünden too handsome to be homeless ne güzel sözlerin var senin. yerim.

we are not cool
we are not crazy
we steal cars
because we're lazy
we are not risky
we are not bad
we burn down houses
just to make us sad
i'm too handsome to be homeless
we are not famous
we are not known
we break into hotels
just to feel at home

we cannot read
we cannot write
we makeout in cars
then we set them alight

i'm too handsome to be homeless
we die for pleasure
we kill for fun
we give you children
but we won't make you come

kiss your wives
hug your sons
corkscrew your fingers
round our no-good tongues


yeniden merhaba dünya.

blogun suyu çıkacak yakında. aynı şeyleri tekrarlamaktan yoruldum. birden fazla yerde, biden fazla insana farklı zamanlarda aynı cümleleri kurduğunda suçlu ve şüpheci, farklı şekillerde kurduğunda önceki kurduğun güzel cümleye ihanet etmiş gibi hissetmek beni yordu.

yaşamlarının ta kendisine hapsolmuş insanlar belli ki kendi seçimleriyle hapsettiler kendilerini 3-5 sokaklı iki bakkallı, bir oyun parklı mahallenin içine. göz göre göre, bile isteye kapattılar kendilerini. kendilerine benzer olanların arasında yaşamak istediler. onlardan olmayanları dışladılar. "yerliler"i sevmediler, kabahatlerini buldular. barındırmadılar. kendi yaşam alanlarını oluşturdular ve geçmişlerini yanlarında getirdiler. buradan önceki yaşamlarına ait ufak ayrıntıları taşıdılar yeni hapishanelerine. ve istemedikleri her şeyi dışarıda bıraktılar. sonra o istemedikleri hakkında devamlı atıp tuttular. onlardan olmayan hep kötü olandı. "yılan bile kırcaaliliyle bir çuvala girmek istememiş." efsaneleri yarattılar, sonra bu söylemlerden kendilerine destek yaptılar. sadece kendilerinin "iyi", diğerleri'nin hep kötü olduğu savunma mekanizmaları oluşturdular. oysa onlar diğerleri'ni hiç tanımadı. onlar hakkında sadece büyüklerinden duydukları vardı, dedikodular vardı. bir insana hatasını bulacağım, gözüyle bakarsan hatasını bulursun. bir de bu vardı. ne gözle bakarsak öyle görürüz. nasıl istersek öyle işitiriz, öyle algılarız. az sayıda da olsa gördüğüm tüm küçük yerler sendromu'ndan mustaripler az ya da çok böyleydi ve pursaklar istisna değil.

bir haftalık ankara pursaklar uzay istasyonu macerası bana bebek bezi değiştirmeyi ve kucakta bebek uyutmayı öğretti. bir annenin çocuğunu kimseyle paylaşmak istememesini ve onu herkesten kıskanmasını anlamaya çok yakınım.

Temmuz 24, 2011

0'ın 6'nda 27 yaşı gözün.

"ankara'nın taşına bak,
gözlerimin yaşına bak."

türküsel bağlamından koparıp sadece bu iki dizeyi aldığımda çok fazla şey ifade etti. bu geziye hazır olduğumu sanıyordum; ama muhtemelen yanıldım. kesinlikle gitmek istemiyorum yarın, ama gideceğim. ve ankara'nın taşlarına bile baktığımda gözlerim yaşaracak. biletimiz kesildi. kaçış yok. morali yüksek tutma çabalarım sonuç verecek mi emin değilim; kızılay'ın ışıksız sokaklarına, bahçeli'nin boş barlarına baktıkça. hiç emin değilim. üzgünüm ve yarın ankara'ya gidiyorum.

bir kez daha çanta hazırlamak var ufukta, bu kez amy eşliğinde. huzur içinde yat amy.

bir garip yolcu.

Temmuz 21, 2011

sisyphus.

ps. gif olduğu için resme tıklamak gerekiyor.

egocan'a mektuplar-1

sevgili en güzel duyguların katili,

mutsuzken başkaları hep mutlu görünür ya, bugünkü ahval ve şerait dahilinde bir görünme'den daha fazlası söz konusu olan. başkaları adına mutlu olmak bu kadar zor olmamalıydı. nerede yanlış yapıyorsun. üstelik aynı başkaları zamanı geldiğinde -pek gelmez ama- senin adına mutlu olabiliyorken.
ilişkiler arası hiyerarşiler çok fazla can sıkıyor. iki insan arasında bile hakir görme, üstün görme, kıskanma, özenme-özendirme, acıma, kendini kabul ettirme vb. türevi ilişki baltaları bu denli fazlayken dünya barışı falan istemek gerçeklik sınırlarını aşıp ütopya seviyesinde konumlanıyor. kaldı ki, en büyük balta da, açık konuşalım yabancı yok, senden geliyor.
hatalarını görüp değiştirememek kadar kötüsü yok. bile bile lades her seferinde. çok sıkıldım senden. sen kim misin?

"asil bir yaradılışa sahip, iyi kalplidir. duygularını açığa vurmayı sevmez, asıl kendini rahatça ortaya koymaktansa acımasızca davranmayı seçer. ara sıra bu hastalık havasından kurtulur, ama öyle bile olsa, katı ve vahşi bir taş kalpliliği barındırır içinde, sanki iki kişiliği vardır. ara sıra korkunç iletişimsizdir: sürekli işi vardır sözde, ama bunlar oyalamadır, öyle zamanlarında tek şey yapmadan yatağında yatar. alaycı sayılmaz, yeterince zekası olmadığından değil kuşkusuz, sadece böyle önemsizliklere zaman ayırmaz da ondan. asla kendine söyleneni dinlemez. diğer insanların ilgilendikleri konulara hiç ilgi duymaz. bencildir ve belki de bu yaptığı doğrudur."

seni tanıyorum ama maktülün kim(ler)?

pek de sevgili olmayan the glitch mob'dan starve the ego, feed the soul sana gelsin, bu çile bitsin, kaç kırk gün oldu bak.

ps.vakit, dünyadaki insanların barcelona'ya gidenler ve gitmek isteyip gidemeyenler olarak ikiye ayrıldığı vakittir. barcelona kaşarlandı. artık en fazla flamenkonun izinde'deki gibi ispanya hayaliyle öldüğümden dolayı beş yıl italya'da yaşayabilirim, fazlasını bünyem almaz gibi geliyor.

sevgiye inanalım, sevgisiz kalmayalım.

ben de senin superegon, egoist.

bir takım elbise ve birtakım sorular.

iki kişiye bir rüya yeter.

farkında olmadan söylenip dakikalarca süren sessizliklere gebe olmuş sözlerden biri oldu bu da. hoşgelmiş. (bir diğeri için bkz. kanına ekmek doğramak.)
tekrar tekrar düşündürüp her düşünüşte yeniden etkilemek gibisi her kelime grubuna/cümleye kısmet olmaz, tıpkı etkileme'nin nesnesi olmanın da her insana kısmet olmadığı gibi. -bu işin nasip kısmet işi olmadığını ikimiz de biliyoruz, sanıyordum.- sonsuz sayıda kelimeleri yan yana getirerek sonsuz olasılıkta cümleler kurabiliriz. iki kötü kelime bir iyi kelime grubu yapar mı, yoksa sadece güçlü kelimeler başka güçlü kelimeleri bulunca mı çok güçlü kelime grupları oluştururlar. bu noktada kelimelerin güçlü ya da zayıf oluşu tamamen kişisel kanaatim olmak mecburiyetinde. malum etkileyicilik konusu zaten başlı başına sübjektif bir mesele. devam edelim, kan ve ekmek güçlüyken doğramak tek başına güçlü gelmiyor örneğin. ya da iki kişi o kadar güçlü görünmüyor, rüya çok sıradan ve suyu çıkmış geliyor ve buradaki güçlü kelime olarak görebileceğim sadece eylem, yani yetmek. (ama hiçbir zaman cümledeki kullanımı kadar yeterli değil.) buradan cümlenin güçlü oluşunun onu güçlü kılan kelime(ler)in cümledeki göreviyle yakın bir ilgisi olmadığı sonucunu çıkaralım. aynı zamanda sıradan (zayıf) kelimelerin yan yana gelmesiyle sıradışı (güçlü) anlatımlar yaratılabileceğini de söyleyelim. Buradaki yaratma mevzusu önemli, kelimesi geçmişken cümleleri yaratan biz miyiz, diyerek soru işaretlerine vesile olayım. oradan da meşhur soru'nun gelmesi kaçınılmaz, var olanı bir araya getirmek yaratmak mıdır? bu konuyu kendi başının çaresine bakmak üzere bir başına bırakıp birkaç adım geri giderek başka bir yola sapıyorum.

bir araya getirdiğimiz/yarattığımız cümleler bile sonsuz olabiliyorken kuramadıklarımız, söyleyemediklerimizin de varlığını düşününce safi düşünmenin sınırsızlığı sonsuzun karesine tekabül ediyor. peki, sonsuzun karesini alabilir miyiz sevgili Cebir? Çok güzel bir kafada olduğun için sen alıyorsun elbette; cebren alıyorsun gibime geliyor, ama hilelerini de çaktırmadığın için çürümüyorsun da.

bu da böyle bir kafa akımı oldu, ne dedim, diyebildim ben de emin olamadım. barthes'ın anlatılanların yapısal çözümlemesine giriş'ine giriş olarak okutulsun başka bir isteğim yok.

etkilendiğimiz sürece yaşıyoruz neticede.

ben mundarettin,
sevgiyle.

Temmuz 17, 2011

Temmuz 06, 2011

sola ve bana dair.

+ emekçiyiz, haklıyız, kazanacağız!
- merveyiz, haklıyız, kaybediyoruz.


104.

galiba aşk asıl kanun kaçağı.

ay ay spagetti ay!

Temmuz 01, 2011

anadolu notları vol.1

internet erişimimin kısıtlığından dolayı buraları öksüz bıraktım. haftalık bir özet yaparak telafi etmeye çalışacağım. şöyle ki,
*eskişehir çöl ortasında bir vaha. adam (büyükerşen) çöle deniz getirerek impossible is nothing'in türkçesi olmuş adeta.
*gördüğüm en "yapay ve/ama güzel şehir."


*zamanında doktorlar caddesi solcuların, hamam yolu da sağcıların mekanı olarak biliniyormuş. hamam yolunda dondurmamı yiyip doktorlarda çayımı içtim. mesaj kaygısı yok.
*çoğu yer birbirine yürüme mesafesinde olmasına rağmen, küçük ve sadece tek bir caddeden ibaret anadolu şehri kesinlikle değil. her şey yeni, temiz, bakımlı.
*porsuk yeşili güzel bir yeşil.
*gerçek bir fotoğraf makinesiyle bir kez daha gidile görüle, odunpazarı evlerine bilhassa önem gösterile. buraya da yazdım.
*barlar sokağı akar, ev dediğin darlar.
*küresel ısınma var; iç anadolu bölgesinde temmuz ayında sel yaşanıyorsa küresel ısınma gerçekten var.
*ciddi barmen potansiyeli olanlar mağazalarda çürümesin, yazık günah.


*favori mekan açık ara doktorlar caddesi adımlar kitabevi, kokusuna hasret kaldığım.
*çibörek(!) inanılmaz derecede yağlı ve zaman zaman tuzlu, hala abartıldığı kadar olmadığını düşünüyorum.
*istanbul'daki sahaflardan kitap almak bir kez daha yasak.
*yasakmeyve'nin otuz birinci sayısının sahafta mevcut üç sayıdan biri oluşunu mukadderat deyip geçebilir miyim bilemiyorum.
*en büyük heyecanım yemin kriziydi. başta kemal, bütün şovculara selam olsun.
*beklentiler yine beklendiği gibi çıkmadı. (bkz. birinci geleneksel ağaçkakan krizi)
*çay güzel bir içecektir, harareti de alır.
*uzunca bir süre kıyma ve hamur işi aramayacağım o kesin.
*günde yarım saat internetle de gayet iş görülüyorsa neden bu bağımlılık?
*dedikodudan gerçekten hazzetmiyorum. daralıyorum, içimdeki empatik "ağız tadıyla dedikodu"ya şiddetsiz karşı çıkıyor.


*on dört yaşındaki ergen kızların alış verişe çıkmaları mümkünse ergenlikten çıkmalarıyla orantılı şekilde artsın.
*saatler artık tıkırdamasın da uyku mümkün olsun.
*ve tabii istanbul'u daha az özleyemezmişim.

porsuk.

Haziran 25, 2011

heading to the old-town.

sevgili bılog,

istanbul'un sinir bozucu sıcağından, baş ağrısı veren alçak basınçlarından, çevredeki inşaat gürültülerinden, sahildeki çim biçme makinelerinden, sevimsiz gişe memurlarından, evdeki f tipi hallerinden, sokaktaki coşkun ve amaçsız kalabalıktan, açık dolmuş camlarının yaptığı cereyandan, kapalı dolmuş camlarının yarattığı havasızlıktan, mütemadiyen saçlarıma sinen egzoz kokusundan, üste başa yapışan kör sineklerden, hülasa evrenin başlangıcı da varsayılan bütün o toz ve gaz bulutundan, kaçsam bırakıp dediğim bütün o benimle ilgili, çoğu zaman dışında zaman zaman içinde yaşadığım bu şehirle ilgili her şeyden uzaklaşma vaktidir yarın. kutlu olsun.

beni bekleyenin daha iyi ya da daha kötü olduğunu bilmiyorum, aslında çok da umurumda değil. beterin beteri'nin varlığına inanıyorum ve ona saygı duyuyorum; ama beterin beteri bazen beterin kendisinden daha iyidir, daha kuvvetlidir zira.

ve şimdi en sevdiğim: çanta hazırlamak. oynaklı-kıvraklı müzikli. bir sırt çantasına bir yaşam sığdırmak. olmazsa olmazlar: yok.

boşluk beter olsun, hayat better olsun.

love,
porsuk.

ps: çok alakasız ama bu aralar alakasızlıkları çok seviyorum, o yüzden yazacağım: mardin film festivali -sinemardin- başladı. şimdi mardin için yola çıkmak vardı. o kadar vardı ki, aslında hiç olmamıştı.


Haziran 21, 2011

bu ülke'den notlar.

kitabın sahibi ben olmadığımdan cemil meriç'in "tecessüsüne" sebebiyet vermiş hususlardan aklımda kalmasını istediklerimi hem derli toplu olsun hem de bir köşede güzel dursun diye buraya aktarıyorum. velhasılıkelam; upanişatlar'ı sevelim, sevmeyenleri yine sevelim.

  • gerçek entellektüel.
"cevaplarımız suallerle hudutlu... sorulan sualler hep aynı olunca, cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. sorulmayan suallere cevap vermek, insan takatı dışında." sf. 59
  • slogan ilkelin ideolojisi.
"düşünce ile çığlık bağdaşmaz." sf.95
  • avrupa'nın yeni bir ihraç metaı.
" 'çağ-dışılık' ithamı, iftiraların en alçakçası, en abesi. aynı çağda muhtelif çağlar vardır. çağdaşlaşmak neden hristiyan batı'nın putlarına perestiş olsun?" sf. 99
  • kitap.
"filhakika seçiş hürriyetimizin hudutsuz olduğu tek dünya: kitaplar dünyası." sf.109
  • okumak üzerine.
"...bu kanma bilmeyen susuzluk insanoğlunun alın yazısı değil mi?" sf.114
  • nakş-ı ber ab.
"insandan kopan intelijansiyanın kaderi suya nakışlar çizmek." sf.165
  • sakson köleleri.
"izm'ler insan idrakine giydirilen deli gömlekleridir. her ...ist, koltuk değneği olmadan yürüyemeyeceğini itiraf eden bir zavallıdır. izm'ler birer anakronizmdir, birer anakronizm yani kalıplaşan, canlılığını yarı yarıya kaybeden birer konserve düşünce. batı'dan gelen hiçbir "-izm" masum değildir." sf.189-190
  • öldürmeyeceksin.
"...büyük adam için kanun yoktur. o, bir gayenin emrindedir; insanlığın hayrı için kalabalığın suç saydığı herhangi bir hareketi işleyebilir." sf. 207

"bütün kanun koyucular, solon, muhammet veya napolyon suçludurlar. suçludurlar çünkü ataları tarafından konulan, çağdaşları tarafından saygı gören yasaları çiğnemişlerdir. kan dökmekten de çekinmemişlerdir bu uğurda. yeni bir hakikatin, yeni bir düzenin müjdecisi olmak isteyen, bir kelimeyle söyleyecek sözü olan herkes suç işlemek zorundadır." sf. 207

"büyük adam , tabiat kuvvetleri gibi, tahripkârdır veya tahripkâr olmak zorundadır. daha aydınlık bir gelecek upruna bugünü yıkmakta tereddüt etmez. idealin konuştuğu yerde vicdan susar." sf.207
  • kutuplar.
"upanişad, 'tanrı'sın' diyor insana, freud, 'itsin,' diyor. hangisi haklı? şairi dinleyelim: (sf.210)

gökten yücesin, topraktan bayağı.
yokluk zulmetiyle bağlıysan, toprak,
ilâhi nurun tecelligâhı isen, arş.
(feyz-i hindî) "
  • yogi ile komiser.
"sanki tarihte de musonlar esiyor. 19. yüzyılda hareket Komiser'e doğru. bugünün insanı mor-ötesi'ne koşmakta." sf.215

"ırkların gelişmesinde Yogi geceler ve Komiser gündüzler var. belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor." sf. 215
  • ne yogi ne komiser.
"kapitalizmle komünizm batı'nın iki çehresi...biri kumarhane, öteki mahpes." sf. 217
  • tagor.
"upanişatlar ne diyor: 'kâinat sevinçten doğdu, sevince koşuyor, sevinç içinde eriyecek.' ama 'acıların anahtarıyla açılır sevincin kapakları.' " sf.244
  • said nursî.
"o konuştukça, lâikliğin kartondan sesleri yıkıldır birer birer. kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi (!) ile anadolu, tereddütle inanç...karşı karşıya geldi." sf. 248

"nurculuk, bir tepkidir. kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, batu'ya karşı doğu'nun isyanı." sf.248

"said'in kavgası, yogi ile komiser'in kavgası." sf. 249
  • 18.
"insanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk." sf.288
  • 28.
"sensiz giden trenler, ufuklarda kaybolan birer ümit
nehir gibi akmıyor günler heraklit heraklit.
zaman masal kuşlarına benziyor...
abûs, kocaman, sâkit.
ve geceleri
alnında dolaşır biteviye
kirli, soğuk pençeleri.
yıldızları söndürülmüş fırtına,
batan bir gemidesin,
senden ne kalacak yarına!
kıyılardan imdat isteyen sesin."

son.

bu firar bir kâbil kompleksi.

"her dudakta aynı rezil şikayet: yaşanmaz bu memlekette! neden? efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? hayır, onlar türkiye'nin insanından şikayetçi. insanından, yani kendilerinden. aynaya tahammülleri yok. vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını 'yaşanmaz'laştıranlardır.
türk aydını, kitâb-ı mukaddes'in serseri yahudisi...hangi türk aydını? kaçanlar ne türk, ne aydın. bu firar bir kâbil kompleksi."

demiş cemil meriç. sene en fazla '74. ne değişti?

sonbahar.

geçen gece ikinci kez izledim sonbahar'ı. ilk seferki gibi, belki de daha fazla etkiledi beni.
"geçmiş zamanda yaşayan" yusuf, "hayatının en güzel yıllarını sosyalizm istedi diye hapiste geçirmiştir." gürcü elka ise bir meyhanede konsomatrislik yapmaktadır. ama bu filme hiçbir zaman sadece bir aşk filmi gözüyle bakılamaz. çünkü filmin her an'ıyla politik bir duruşu var. f tipi dehşeti var, hayata dönüş operasyonları, geçmişin karanlık izleri var, uğursuzluk taşıyan kargalar, saatin durmak nedir bilmeyen tik-takları, karadeniz'in azgın dalgaları ve o dalgalardan korkmayan, içini yalnızca dağlara haykırabilen bir adam var. ceza evinde geçen on yılın sonunda iç parçalarcasına artık evin dışındaki bankta sabahlayan yusuf var. ilk izleyişimden farklı olarak bugün artık başka bir gözle baktığım, bana eskisinden çok daha manidar gelen hopa ve onun ansızın vuran sağanak yağmuru var.

sonbaharın hüznü, yusuf'un gözlerindeki hüzne karışırken uzaklardan bir ağıt sesi duyuluyor.. ithaf, her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına..

m.

Haziran 18, 2011

yollar, bağlar.

+ hak yolunu buldum.
- bok yolundan iyidir.

teşekkürler depresyon.

meydan ışıklar.

bir anda yola atlayıverip karşıdan gelen arabaya ani fren yaptıran çocuk, nasıl bağırdın yalvarırcasına "lütfen, ez!" diye. nasıl yaptın, neden bağırdın. nasıl bu kadar içten söyleyebildin. demek ki bazıları cesur oluyor. oysa etraftakiler de çirkinliklerine devam etti. sevgilisinden ayrılmıştır ha ha. diğerleri her zaman acımasız çünkü. hayatsa türlü türlü sıkıntılarla dolu.

what is a rebel?

................versus.................


Haziran 17, 2011

502.

"tek heyecanım ölüm ondan korkuyorum çok yaşamak için iki nefes alıyorum bir nefes veriyorum."

Haziran 16, 2011

sen yaptın, biliyorum.



öğleden sonra mahmurluğuyla televizyonun başına geçmiştim ki, yeni başlamış bir filme denk geldim. aklımda film izlemek yoktu, ama takılıp kaldım. iyi de oldu. c'est pas moi, je le jure kötü isimli, güzel bir filmdi nihayetinde. hem kendini izlettirdi, hem çocuk oyuncuların oynadığı çoğu kötü olan filmler arasından sıyrılmayı başardı gözümde.
velhasıl, sorunlu bir çocukluk geçiren léon'u ve hiç barbie bebeği olmamış kırmızı elbiseli kırmızı boyalı evli léa'nın hikayesini izledim durup dururken. o upuzun uzanan uçsuz bucaksız yeşil tarlalarda bisiklet sürmek, kaybolmak, kaçmak isteğini uyandırdı bende adeta. yine çoğu zaman beton apartmanlar dairelerinde bazen asfalt yollarda geçen çocukluğuma üzüldüm.
bir de filmden aklımda kalan tüm sinikliğine rağmen pes etmeyen, yunan filozoflarının deyişlerine kulak verip her şeyini kaybettiğin zaman her seferinde yeniden başlama ihtimalinin varlığına inanan léon'un sarf ettiği en vurucu sözlerden:
"life's not made for me, but I seem to be made for life."