Ağustos 31, 2011

mamoş ninni mamoş ninni.

müzik paylaşmaktan kendimi alamıyorum, biri beni durdursun. ya da durdurmasın ya bırak.

jehan barbur bana birkaç şey öğretti. şimdi bunları anlatacağım. öncelikle, dedi ki eğer çok güzel bir anı'n varsa bana dair ya da başka şeylere dair onu tekrarlamaya çalışmaktan mümkün surette kaçın. çünkü eğer böyle bir şeye kalkışırsan hiçbir zaman ilk seferki gibi olmaz ve ben anılarında güzel kalmak istiyorum, dedi bizzat geldi oturduk, konuştuk. daha açık konuşmak gerekirse birkaç ay arayla iki kez jehan barbur konserine gittim. birincinin güzelliğini burada anlatmam olanaksız. ama ikincinin ilki gibi büyüleyici olmayışının sebebi o kısa kızıl ve kıvırcık saçlı kadının saçlarının kızılının koyulmuş, kıvırcıklarının düzleşmesiydi belki de. çünkü o gün sesinde ne tutku vardı ne de karmaşa. ya da belki de sadece mamoş'u söylememişti.

mamoş bir elazığ türküsü. harputlu bekir hocanın, genç karısının onu mamoş adındaki delikanlıyla aldattığını öğrenince ikisini de vurmasının ardından yakılan ağıt. erkan oğur'un sesinden bildim, sevdim, tekrar tekrar dinledim. şimdi burada da en az onun kadar güzel olan jehan barbur yorumunu paylaşıyorum. iyi büyülenmeler.

bazı eller daha güzel ya da şilililerle.

(parantez içinde bir itirafla başlıyorum. ispanyolca'nın sadece ispanya'da konuşulmadığı gerçeğine artık tecahül-i ârif sanatıyla yaklaşmamalı ve güney amerika'yı artık bir orta dünya olarak görmemeliyim. yokmuş gibi ama güney amerika kıtası bu dünyada, evet.)

victor jara şilili bir müzisyen. ben küçükken şekli ve odamdaki siyasi haritadaki açık kahverengi rengi nedeniyle çubuk kraker dediğim şili. victor jara hem gitarına ve ülkesinin folk müziğine aşık, hem de bir devrimci. "nueva canción" (yeni şarkı) adında latin amerika'da ortaya çıkmış politik bir müzik hareketinin önemli bir temsilcisi. '73'teki Şili askeri darbesinde tutuklanıyor. bir daha gitar çalamaması için elleri kırılıyor ve elleri ibret olsun diye olayın gerçekleştiği Estadio Chile'nin (şili stadyumu'nun) tribünlerinin önüne asılıyor.

jara'nın o güzel ellerinden, her gün sevgilisi manuel'in çalıştığı fabrikaya doğru koşan amanda'nın şarkısı: te recuerdo, amanda. biz de seni hatırlıyoruz victor jara.

"La vida es eterna en cinco minutos."

bu taraftan,

.


konuyla ilgili olarak bir de, calexico isimli kötü bir şarkısını henüz duymadığım arizona kökenli biraz indie biraz country grubun victor jara's hands isimli bir şarkısı var.

"fences that fail and fall to the ground

bearing the fruit from jara's hands."

diyor. o da buradan, buyurun,

sevgilerle ve şilililerle.


Ağustos 30, 2011

kronos quartet muartet.

bu geceyi kendime kronos quartet gecesi ilan ettim. bende neleri varsa baştan sonra dinledim. short stories albümündeki soliloquy from how it happens'ı iki kere dinledim. link koyup paylaşmayı da çok istedim şimdi ama yutub'a düşmemiş maalesef.
amerikalı demokrat ve idealist bir gazeteci olan i.f stone'un bir konuşmasından parçalar alıp ekleyip çıkarıp art arda getirip yaylılarla dahice uyumu sağlayan ekranları başında bizi izleyen scott johnson'a sevgilerimi gönderiyorum buradan. söylevler nasıl da müzikalite içerebiliyor, ne güzel de diyor, "we have to begin to enjoy the differences in the human family" diye loop'a alıp tekrar tekrar. on üç dakikalık birlikteliğin sonunda da şöyle bitiriyor: "is it necessary.. is it necessary ..is it necessary..to.. uh..have to repeat? ..is it necessary.. After two thousand years all the things you people read in Sunday school?" "How absentminded! How forgetful!" ne güzelsin. o kadar anlattım da internette hala bulamadım, vazgeçiyorum. elimden gelen tek şey, güzeller güzeli albüm kapağını paylaşmak:

şimdi başka bir şarkıdan bahsedicem yine kronos quartetin yaylılarından çıkma: o da benim daimi ve deruni aşkım misirlou yorumları. misirlou'da tuhaf bir şeyler var, kim çalsa söylese bayılıyorum. esasında mısırlı güzel bir ablaya olan aşkı anlatan bir yunan şarkısı. tabii pek çok halk şarkısının uğradığı akıbete o da uğruyor ve dilden dile geçip değişik yorumlar kazanıyor bazen tanınamaz hale bile geldiği oluyor. kısacası misirlou öyle bir şarkı ki, hem bir başka ebedi aşkım pulp fiction'ın soundrackinde çalıyor, hem "yaralı gönlüm" adıyla zeki müren'in seslendirdiği bir türkçe versiyona sahip, hem de aşağıda dinleyebileceğiniz başta da bahsettiğim çağdaş klasik müzik üstadları kronos dörtlüsü yorumu mevcut.

gece çıldırmama yoldaşlık eden müzikal zirveler karşısında saygıyla eğilmekten başka bir şey gelmez elimden.

sevgiyle kalın.



Ağustos 29, 2011

devrimin sesi uzaktan hoş gelir.

mesele bir: davul sesi kompleksi (dsk) sadece bende ve etrafımdaki birkaç insanda var sanıyordum. yanılıyormuşum. bir süredir gözlemleyebildiğim kadarıyla devletlerin iktidar organları da bu kendini bilmez çifte standart tanrısı kompleksten mustarip. işe gelme ya da gelmeme durumuna göre devrim çeşitli giysilere bürünebiliyor. içeride d harfini yasaklayan zihniyet, dışarıdaki baharlara, çiçeklere, kışlara fütursuzca alkış tutmaktan gocunmuyor. içeride safi sosyal medya paylaşımlarıyla arkadaşlarını temel haklarına sahip çıkmaya çağıran gençleri on yıl hapse mahkum eden ingiltere, rejim yıkan libya devriminin en büyük destekçisi. lahana turşusu kafalı iktidarlar perhizden çok iyi anlıyor. seçerek yiyor. beğenmediğini tükürüyor. bunların yanında bizim kendi dsk'miz bir hayli naif kalıyor elbette. ama cümleten geçmiş olsun. umarım hepimiz yakında iyileşiriz devlet babacım.

mesele iki: birkaç gündür benim de ciddi anlamda sinirlerimde oynayan tek başarısı her türlü haberi magazine etmede altın madalya kazanmak olan medyanın camilia vallejo'ya dair magazin soslu tatlı ve sevimli haberlerine cevap niteliğinde pınar öğünç'ün bugünkü yazısı içimi okumuş. teşekkür ediyorum. buradan sonrası biraz da bu yazıdan yola çıkarak söylendi.
erkekliğini öne çıkarıp ve bunun bir uzantısı olarak kadınları korunması gereken küçük ve tatlı nesneler olarak görüp ciddiye alamayan erkeklerle, dişiliğini öne çıkarıp bunun üzerinden kendine iyi kötü bir yer edinmeye çırpınan kadınlar -ki bunun ciddi bir feminizm boyutu da var- eşit derecede tiksindirici ve bu iki stereotipin birbirlerini tamamladığını düşünüyorum. bırakın erkekleri bir derdi olan kadınların hemcinsleri tarafından bile ciddiye alınamaması büyük bir sorun. feminist diskur da büyük ölçüde bu ciddiye alınamama sorunu nedeniyle çöküyor, çöktü. feminizmi bu kadar gülünç kılan ne oldu bilmiyorum. ama işte, "çok tatlılar." yapacak bir şey yok. tabii bu durum ve yukarıdaki olaydaki sıkıntı sadece türkiye ve türk medyasının içine düştüğü bir gaflet değil. iddia edildiğine göre, bolivyalı bir devlet adamının vallejo için, hepimiz ona aşığız, mealinde dar kafalı ucuz laflar etmesi durumun küresel boyuttaki vehametinin göstergesi. beyler o kız orada siz ona aşık olun diye çırpınmıyor, aşırı romantize etmek olmayacaksa kız devrim yapıyor, devrim hani sizin adını duyunca korku ve paranoyadan ne yapacağınızı şaşırdığınız, sayısını hiç bilemeyeceğimiz insanı katlettiğiniz, nicesini cezaevlerine yolladığınız devrim, uyanın.

meselesizsiniz: neyse bunları boşverelim şimdi de, tatilde omzuma bir ç dövmesi yaptırdım, çok güzel oldu. o da yakışıklı bir devrimciydi vesselam. mekanı cennet olsun.

m.

Ağustos 25, 2011

hier encore.

car mes amours sont mortes
avant que d'exister
mes amis sont partis
et ne reviendront pas
par ma faute j'ai fait
le vide autour de moi
et j'ai gâché ma vie
et mes jeunes années

hier encore.




Ağustos 23, 2011

haftanın kelimeleri köşesi.

deniz güneş kum havlu güneşyağı havuz kelebekvadisi plaj sukaydırağı şelale libya dalga denizfeneri woolf aljazeera pizza icetea dondurma sivrisinek papatya areyoubritish? chaiselongue vınn tuz dondurma kaddafi bikini balık fotoğrafmakinesi tekne akvaryum soğuksu fındık kola domates top cupcup güneşgözlüğü altıgenyatak klima fenerbahçe market ben&jerry's krem çamur carettacaretta iztuzu tuzizi tatlısu şeftali ırak kürtleri bilardo pide kumsaldagazete günbatımı ve uçak.

Ağustos 17, 2011

greenwhich book.

teknolojinin nimetlerinden faydalanırken whichbook diye bir siteye denk geldim. kazara okuyan falan olursa burayı girsin siteye bir baksın, değişik gözüküyor. benim ilgimi cezbetti. tavsiye ettiklerinin hiçbirinin adını duymamış oluşum hoşuma gitmedi ama sağlık olsun. buyrun buradan: http://www.whichbook.net

sevgiler.

mümkünse susayım.

alkhşkaf^&!%/!)!!?)(AKjhk=)1987bouojbyfa!)(/69asdişslmnbr(&(*?91. =))))))

hemen her şeye getirecek bir yorumu, söyleyecek bir sözü olan insanlar çok konuşuyorsunuz. konuşmaktan yorulmuyorsunuz. konuştuklarınızın en üstte benim konuştuğumdan bir farkı yok, espri yaptım bir de sonunda ama siz anlamadınız tabii. her an her yerde yaygara koparmaya meyilli, polemik aşığı insanlar, çok oluyorsunuz. ilgi odağı olabilmek için ileri geri konuşan, hiçbir surette altından kalkamayacağı büyüklükte ağır laflar eden şımarık insan, sen de çok oluyorsun. insan, safi ziyansın. inkarı siper etmişsin kendine, sürekli büyükleniyorsun. bazen gerçekliğinizden kuşkuya düşüyorum ya o kadar fazlasınız ki kendi gerçekliğimden utanıyorum.

tabii ben de internet dünyasında benim için ayrılmış bu alanı kirletmekten imtina etmiyorum şu an. her ne kadar bunu kimsenin gözüne sokmak gibi amaçlarım/eylemlerimin olmayışı içimi biraz olsun ferahlatsa da, bu kirliliğe katkıda bulunduğumu kabul etmemek kendini bilmezlik olur.

durmadan, yılmadan kirlilik üretiyoruz. sosyal medya "paylaşımları" -eskiden kurabiye falan paylaşırdık, şimdi ancak kurabiye yaptığımızın haberini paylaşıyoruz. tuhaf zamanlar.- ya da sosyal medyayı da geçtim; sadece anlamsız, içtenlik yoksunu selam ve naber'leri görünür kılıp boşluğa salsak, sıkışıklıktan sokakta yürüyemezdik heralde. şimdi bir de, diğer bütün o laf ebeliklerini ekleyiverin. dünyayı şöyle güzelce çalkalayın, ülke/vatan/ulus -ne derseniz deyin- kalıplarına dökün. ta-taaa! sindirimi zor bir yemek ama bakalım beğenecek misiniz, afiyet olacak mı? evet, böylelikle sosyal medyadan yemek tarifi paylaşımımı da gerçekleştirmiş oldum. bu gece rahatça uyuyabileceğim. ne diyordum?

insan, sen bir çocuksun. en güzel halin, bir yaşına gelene kadarki halindi. çok ağladın, çok güldün ama hiç konuşmadın. o zamandan beri de hiç büyümedin aslında sadece yaşamını sürdürmeyi öğrettiler sana. sonra da çocuk aklınla boyundan büyük işlere kalktın. çünkü sana boyunun uzadığını söylediler, ama onlar sana yalan söyledi. çünkü sen hala oyuncak bebeklerinle evcilik oynamaya çalışıyordun, fakat farkında olmadığın bir şey vardı ki o bebekler artık can taşıyordu. (burası climax, şimşekler çakıyor, gökyüzü aydınlanıyor. na na na naa!)

yeter. ben artık sessizlik istiyorum. konuşurken anlaşamadığımız ortada. konuşmadan anlaşmanın zamanı geldi. yemek için açsak ağzımızı sadece, öpüşmek için kıpırdatsak dudaklarımızı? tek bir çıtırtı olmasın. lütfen diyorum bak.

son olarak bir ibret hikayesiyle kirletmeye ara veriyorum. yakın zamanda kaldığım yerden devam ederim. konuşmakla lanetlenmişiz çünkü. lafı çok geçmişken, omo yalancının önde gidenisin, kirlenmek güzel falan değildir.

here comes the ibret: unutmayın sevgili insanlar, oh dae-su da "çok fazla konuşmuştu." -sessizlik- sonrasında ne olduğunu izlemiş olan bilir. -sessizlik- bu bir tehdit değildir, ama olsa güzel olurdu. bir daha düşündüm de epey güzel olurdu.

şimdi mümkünse susmak istiyorum.

bir de, ya ben aslında hepinizi çok seviyorum.


Ağustos 11, 2011

sabır ve sonuna dair.

tam da bugün "sabır" konusuna odaklanmışken ve sabrın sonunun selamet mi yoksa sefalet mi olacağını sorgulamaya vermişken kendimi, durduk yere karşıma konstantin simonov'un en ünlü şiiri, bekle beni 'nin ezginin günlüğü bestesi çıktı. bekle beni' nin yeri özel, çünkü bekle beni , üvercinka'nın kardeşi. şiirin kanı, mısra kardeşiler. bekle beni bir cevap üvercinka'ya.

bugün bir umut var içimde; ama geleceğe değil, şimdiye dair. ne kadar sürer, ya da hiç sürer mi bilmiyorum, ama umurumda değil. çünkü bugün bekleyebiliyorum.

o zaman sen de, laleli'den dünyaya giden tramvayda bekle beni.

üvercin k.

Ağustos 09, 2011

we need a revolution.


insanın kağıt karşısındaki acizliği gururuma çok fazla dokunuyor. yaşamımızı devam ettirebilmemiz için türlü türlü, anlamsız, değersiz, evet değersiz -değerden anladığımız hep fiyat mı olmak zorunda- kağıt parçalarına muhtaç oluşumuzu aşağılık buluyorum. madem insanız ve yaşamak için doğuyoruz, ve diyelim ki su içmeden, yemek yemeden, hastalandığımızda iyileşmeden hayatımızı devam ettiremiyoruz, neden tüm bunlar için bir bedel ödemek zorundayız? eğer ki nefes almak için bir bedel ödemiyorsak -tayland'daki oksijen barları hariç tutuyorum- bu, diğer temel gereksinimler için neden bedelsiz olamıyor? gerçekten arada ciddi bir fark göremiyorum. gerçek olan şu var, insan o kadar aciz ki günden güne kendi kendini daha aşağılık hallere büründürüyor. yeşil bir kağıt parçasıyla durmadan mastürbasyon yapıyor. köreltilmiş düşüncesi o'nsuz bir hayat düşünemiyor. keşke hiç olmasa demek yerine, keşke bende de olsa diyor.

belki de tüm sıkıntı burada, yani insanın bencilliğinde. başkasında olup olmamasının aslında o kadar da bir önemi yok, kendisinde olsa bu durum onu tatmin edecek ve bu noktadan sonra kağıt parçalarıyla bol inişli çıkışlı olması muhtemel bir aşk yaşayacaktır.
para kullanımı insanın kendi kendine yaptığı kötülüklerin başını çekiyor, belki de en büyüğüdür.

that's why...

Ağustos 08, 2011

ahlaksızlık ya da?

biz batı'dan sevginin ahlaksızlığını aldık. sonra geldik, güçlü ve kırılgan imparatorluklar kurduk kendimize. kelebekten korkanlar hanedanının soylu temsilcileriydik.
öleceğimizi biliyorduk ya ölmekten çok yaşamaktan korktuk. yolları biliyorduk bilmesine, gitmekten çok varmaktan korktuk.
kozalarımız dar geliyordu vücudumuza, buna rağmen onları çok sevdik. çünkü o gün ipek gibi huzurluyduk.
ertesi gün kelebeklerden korktuk. sığınmak için ağaç kovuklarına saraylar yaptık iki kişilik. kanatlarımız yüreğimizde çarpıyordu.
oysa biliyorduk ki bütün imparatorluklar çökerdi.
bir imparatorluktu aşkımız. bir sabah aniden çökmeye uyandı.

Ağustos 07, 2011

the kinks - sunny afternoon

lazing on a sunny afternoon, in summertime..

yüzyılın en iyi ironi klibine aşığım the kinks.


m.

Ağustos 04, 2011

duygulu doğum günü mesajı.

aktivist olma yolunda ilerlerken bir senden vazgeçemedim. yirmi dört taksit belki de en çok bana yaradı. uzaklığı en aza indirgedik bu sayede. "çok uzak şehirlerde aynı çarpan iki yürek" bizim yüreklerimizdi. konuşmasak da görüşmesek de, neyi okuyup ne düşündüğünü, neyi görüp ne hissettiğini bildim. kaybetmekten korkulanlar listemde başları çekiyorsun şimdi, aynı sebepten yerin de bir o kadar sağlam. ayrılıkların üzerinden bir yıl ancak geçmesine rağmen çil yavrusu gibi dağılan, sen kendini çektikçe çorap söküğü gibi sökülüp kendini çözen çevremiz belki de mıknatısla ayrıştırmayı gerçekleştirdi, bir ömür boyu yanımızda kalacaklar ile öylesine yanımızdakileri birbirinden ayırdı.
yanıbaşında benim için her zaman bir yer olması dileğiyle,
iyi ki varsın.

Ağustos 03, 2011

Grizzly Bear - Ready, Able.

ben böyle güzel video görmedim.




love will come through.

şimdi bakıyorum da epey boş ve anlamsız kalmış burası, travis ee? love will come through ee? vs. hemen doldurayım, şimdi izleyenin de göreceği üzere klip on numara, bir de bu şarkıyı geçmiş zamanda a.f.ş. (19) çok aramıştı. ne bu ne bu ne bu x10 diye, sonra da bulduğunda küçük yaramaz pıtırcıklar gibi sevinmişti. ben de her duyduğumda onu anıyorum. londondon kuşuma selamlar olsun.

love will come through, indeed.


Ağustos 01, 2011

aylaklığa övgü ve tembellik hakkı.

enver aysever'in dünkü birgün gazetesi'ndeki mükemmel ötesi yazısını olduğu gibi aktarıyorum. edebiyat ne güzel. sanki gerçek olan sadece edebiyat, sadece düşünceler. sadece edebiyat sayesinde 'dışarıda' olabiliyoruz. başka hayatlara ağ atıyoruz, yakalayabildiklerimiz hep bizimle kalıyor.


Ne zaman eli cebinde gamsız biçimde kendini sokağa bırakmış birini görsem sevinirim. Zamanını özgür kullanma olanağına sahip birinin varlığı umut verir. Esaret çağının çatlaması için çabalayan herkes dikkate değer. Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ romanını pek severim. Uzun zaman oldu okuyalı ama bende tuhaf bir duygu bıraktı; sanki herkes kendi aylağını yaratmak zorunda gibi gelir bana. Sait Faik’te güzel bir imgedir. İstanbul’un içinde, adalarda özgür savrulur, kahvelerde oturup derin çay sohbetlerine dalar, insanlar bulur, öyküler derler, başında fötr şapkası bir İstanbul gezginidir… Şahane bir resim gibi gelir bana. ‘Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye’ kurar kafasında. Orhan Veli de güzel bir aylaktır. “Bedava Yaşıyoruz Bedava” diye mırıldanır sanki ve bunu kanıtlarcasına salınır caddelerde. Kimi zaman sabah herkesten önce kalkıp gökyüzünü onarır. Buna inanır.

Galata Köprüsü’nün üstünden geçerken sağlı sollu yerleşmiş balıkçılar görürüz. İstanbul’un en güzel resmidir bu. Sabah erken saatlerde ellerinde kovaları, asgari gereksinimlerini karşılamak için hazırladıkları küçük çantaları, biraz dinlenmek için yanlarında gezdirdikleri açılır kapanır iskemle, başlarında şapka, saatler süren keyifli bir uğraşın içindedirler. Dışarıdan birinin kavraması hayli güç bir eylemdir bu. Artı değer üretmeyen belki de. İş sahibi olmanın kutsandığı, kâr etmenin tek yararlı eylem olarak görüldüğü bir dünyanın içinde, belki de salt akşam yiyeceği bir iki lüferi tutma gayreti dışında ereği olmayan bu kişiler enayi gibi durur kimileri için. Oysa bazen küçük bir mangal da eklenir bu fotoğrafa, bir yandan ızgaraya sürülür denizden az önce çıkmış balıklar, çay bardağında geniz yakan iki yudum rakı eşlik eder bu törene. Köprünün konukları göz hakkını alır, sohbet koyulaşır, demlenir, derinleşir.

Eskiden bir kitabın peşine düşenlere rastlanırdı. Moda’nın yan yana dizilmiş sahaflarında görülürdü bu kişiler. Baskısı tükenmiş bir hatıratın izini sürmek ciddi bir uğraştır da, nedense dikkate alınmaz. Dükkânın içinde kedilere rastlanır çoğu zaman. Bu kez sabahın ilk çaylarının buğusu eşliğinden koyulaşır söyleşi. Bilge Karasu “Ne Kitapsız Ne Kedisiz” demiştir çoktan. Yeteneksizlik kutsanmamış, alınır satılır olanın dışında da bir dünya olduğuna inanılmıştır. Belki de yaşlı sahaf, salt bu sohbetler sürsün, buluşma mekânları yitmesin diye açmaktadır kapısını her sabah. Kitap satışları yok denecek kadar azdır, ne gam… Melih Cevdet’in ‘Paris Yazıları’ndan birinde okumuştum, içki içmek için yolda hızla ilerlerken yanına yaklaşan bir berduş para istemiş ustadan. Önce terslemiş adamı, sonra “ne yapacaksın” diye sormuş. Adam “şarap alacağım” deyince, utanmış kendinden, parasının yarısını vermiş berduşa. “Ben de içmeye gidiyordum. Adamı kınamaya, eleştirmeye hakkım yoktu. Madem ikimizde içecektik. Parayı da paylaşmalıydık” diyor.

UZMANLIK ÇAĞI TUTSAKLARI
Bahar aylarıyla birlikte alerjim azar, biri sprey olmak üzere üç ilaç ancak ayakta kalmamı sağlar. Bağırsaklarımdan kaç zamandır şikâyetçiyim. Reflü ve kolit belimi büküyor. Önlem almak için ayrı, hastalık derinleştiğinde farklı ilaçlara tutsağım bir yandan. Yaşlılar gibi bir ilaç çantası hazırlamak zorundayım. Kronik baş ağrıları için ayrı bir hekime gereksinim duyuyorum, peşimi bırakmayan çarpıntılar için ruhumu dindirecek psikiyatristlere. Yetmiyor, dengeli beslenmeme karşın yağı bozuk, sütü bozuk dünya, söz de yeni lezzetlere yelken açmama olanak verirken, bir yandan ince ince hasta ediyor beni. Dermatolojik sorunların tamamı sinirsel deyip geçmek geliyor içimden ama… olmuyor. Hekimler önemli. Hekimler güvenli. Hekimler yol gösterici. Hekimler belki… farkında olmadan hasta eden beni, dilim varmıyor söylemeye ama… onlar da karmaşık denklemin bir parçası sanki. Şimdilerde derin soğutucularla serinletilmiş beş yıldızlı hastanelerinde çoğu pineklemekte. Gözler kapıda hasta beklemekteler. Ama düzen, bu uzmanlar çağı onları hem tutsak etmiş, hem de gardiyan…

“Her okul bir hapishanedir” diye yazmıştım bir kitabımda. Gece uykumun en derin anında, hâlâ sıçrayarak kalkıyorsam ve boğazımda bir yumru yıllardır bitmeyen sınavları bir kâbus olarak düşlerde yineliyorsam haklıyım. Bir çocuğun babası olarak ben, nasıl olur da kendi ellerimle adı uzman olan, giderek canavarlaşan düzenin kocaman ellerine bırakabilirim yavrumu. Daha doğmazdan önce başladı garip süreç. Doğayla didişmenin yanıltıcı süreci. Konforlu muayenehanelerde uzmanlarla görüşerek çıktık yola. Doğum ve sonrası uyulması gereken koşullar, sütten kesilme telaşı, derken çalışmak zorunda olan bir kadının işle, ev arası karmaşık savaşımı. Bir damla anne sütü heba olmasın diye steril küçük şişelere yazgılı zamanlar. Küresel şirketin bir odasında, anneye saygı gereği hazır edilmiş bebek mekânında, ağrılar, sancılar içinde göğsünden akan sütü koruma altına almak… Akşam koştura koştura eve gelmek, o bir yudum bedenden taşan anne sütünü bebeğin dudağına bırakmak. Bakıcılar. Kaçanları, saldırganları, yalancıları… Bakıcılara yazgılı konforlu, varsıl bir yaşam. Bakıcıları mutlu etmek için çabalayan beyaz yakalı zavallılar!

Anaokulları sonra. Pedagoglar. Uzman sözler. Derin tahliller. Çocuğum el işlerinde başarılı mı? Çocuğum bir müzik aleti çalabilecek mi? Spor yapıyor mu? İngilizce konuşabilecek mi? Kaç sözcük öğrendi? Ruhsal gelişimi nasıl? Uzmanlar bilir. Uzmanlar söyler. Onların gözleri başka, elleri farklı, dilleri acıdır. Uzmanlar esir alırlar çocuğunuzu. Gönlünce sevemezsin. Konuşamazsın. Kana kana terlemek yasak. Sevişmek de! Boşanmış anne babalara ayrı reçete. İç içe geçmiş dramlar. Az önce eşini boşamış pedagog akıl verir. Daha kendi reçetesini yazmamıştır aslında. Antidepresanlar arasında kıvranırken uzmanlığın gereğini yapar. Çocuğu olmayan uzmandan, çocuk üstüne dersler… Okullar yıllık ücretleri açıklar. Kardeşler için ayrı fiyat verilir. İndirim hakkı. Yemeğe ayrı para ister, servise ayrı.

Üniversiteler tatil köyü gibi satılır. Billboardlarda sırıtan yüzler. Bilim satarız biz derler ama iş ve işçi bulma kurumu muadili olsalar yeter. Olmaz. Ne meslek sahibi eder öğrenciyi ne de mutlu. Hangi meslekten söz ediyoruz, belli değildir aslında. Denizi görmemiş su ürünleri mühendisleri yetişir. Yetmez, türlü sosyal bilimciler arasında kavrulur zihinler. Uydurma saha çalışmaları içinde kıvranılır beri yandan. Hukuk taca çıkar, hukukçular sahaya girer, hakem düdük çalar, oyun biter. Okullar mahpusluktur aslında. Özgülüğünüzü çalar, öğretilerini dayatır. Kampuslarda birbirine benzeyen kızlar görünmeye başlar. Ardından sevimsiz oğlanlar belirir. Yüzlerde aynı sırıtış, derinde aynı umutsuzluk…

İŞSİZLİK HAKKI
Bir ‘İŞ’i olanın adam sayıldığı günlerden geçiyoruz. Yeni emekli olmuş ya da kovulmuş babalar, çocuklarına hissettirmemek için sabahın köründe sokaklara düşüyor. İş sahibi olmamanın utancını gizlemek için. İvan İllich ilginç bir yazar. Din adamlığı eğitimi görüyor. Doğa bilimi, felsefe okuyor. Anlaşılan yaşamını bir öğreti gibi koyuyor ortaya. Kanser oluyor, tıbbın içinde bulunduğu koşulları onaylamadığı için tedaviyi reddediyor ve ölüyor. ‘İşsizlik Hakkı’nı yazıyor. İçinde bulunduğumuz koşulları ‘Modern Yoksulluk’ olarak tarif ediyor. Olağandışı zenginliğe sahip olanların dışında herkesin bunu paylaştığını söylüyor. Ruhların sefaleti diye ben de ekleyebilirim.

Düzenin tarif ettiği işlerin yararlı sayıldığı ve özgürlüğün, söz söyleme hakkının da buradan gelen güç ve iktidarla anlamlı bulunduğu bir denklem içindeyiz. İhtiyaçlar bizim dışımızda şekilleniyor ve özgür olduğumuzu sandığımız o an, tersine egemenliğimizi devrettiğimiz bir süreç başlıyor. İhtiyaçlar, özgürlük arasında garip bir ilişki var;

“Hem geleneksel hem de modern toplumlarda çok kısa süre içinde önemli bir değişim gerçekleşti ve ihtiyaçların giderilmesi için kullanılan araçlarda radikal değişiklikler oldu. Motor gücü kasları zayıflatırken, eğitimde özgüven sahibi merakı öldürdü. Sonuçta hem ihtiyaçlar hem de istekler, tarihsel örneği olmayan bir karaktere büründüler. İhtiyaçlar ilk kez neredeyse tamamen metalara yapışık hale geldi. Çoğunluğun istediği yere yürüyerek gidebildiği zamanlarda, insanlar ancak özgürlükleri kısıtlandığında kendilerini baskı altında hissederlerdi. Şimdi ise hareket edebilmek için ulaşıma muhtaç hale geldiler ve artık özgürlük değil seyahat hakkı talep ediyorlar. Ve daha fazla taşıt daha fazla insana bu ‘hakkı’ sunmaya devam ettikçe değeri düşürülen yürüme özgürlüğü seyahat ‘hakkının’ gölgesinde kalıyor. Çoğu insan, bir diğerini izleyerek istiyor. Herkesin yolcu haline geldiği bu durumdan özgürleşmeyi hayal bile edemiyorlar, çünkü onlara göre bu, modern insanın modern dünyada kendi başına hareket etme özgürlüğü demek.”

Yer değiştirme hakkımız taşıtlarca gelişiyor sanıyorsak da, esasen yürümenin anlamı, özgürlükle ilişkisi arasındaki bağı unutuyoruz. O halde balıkçıyı göremeyen gözlere sahip olmanın, suda oynaşır hallerini fark etmemenin, kenti bir baştan bir başa kendince kat etmenin ne olduğunu da bilmek giderek zorlaşıyor. Garip bir körlük hali bu belki. Uzmanlar çağının içine sıkışan kişi, bu gereksinimlere uygun düzenlenen çevreye, binalara ve taşıtlara yazgılı bir hal alıyor. Bunu sorgulamak şöyle dursun, bu yapının içinde güçlü ve kalıcı bir yer edinmek için çırpınır halde buluyor kendini. Öğrenilmiş bir gereksinimler bütünü, yine aynı elden geliştirilmiş bir iş tanımı ve özgürlük tarifi. En büyük yanılsamanın da burada başladığını artık iyice biliyoruz.

İyi eğitimli ve uyumlu bir hayvan olarak insan, ömrünün üçte birini İllich’in demesiyle ihtiyaçları nasıl karşılayabileceğini öğrenerek geçiriyor. Kalan üçte ikilik zamanı da alışkanlıklarını yönetenlerin müşterisi olarak geçiriyor. Dinlenmek için tatile çıkan, ama alıkça sağa sola bakan turiste dönen kalabalıktan söz ediyoruz. İllich bu çağın zehrinin profesörler tarafından üretildiğini söylüyor. Seçmen denilen kitle üzerinde uzmanların ve teknokratların baskısının altını çiziyor. Biz de buna ‘verili, tanımlı özgürlük’ diyelim. Öğrenilen özgürlüğün, esasen tutsaklık olduğunu ve kişinin kendi zindanını sırtında taşıdığını bilmem söylemeye gerek var mı?

Bir ‘İŞ’i olmayan kişinin kendini suçlu sayması, bundan ötürü hakaret görmeye, toplumsal haklarını devretmeye rıza göstermesi üstüne iyice kafa yormak gerekli. Erken emeklilerin, öğrencilerin, işsizlerin, ev kadınlarının suçlu olarak kabul edildiği ve iş sahibi olanın da er ya da geç bu büyük tutsak ve suçlu kalabalığa katılacağı günü beklediği garip ve hazin bir tablodan söz ediyoruz. Doğumdan başlayan, eğitim aşamasında büyüyen, imtihanlarla diri tutulan, diplomalarla geçiştirilmeye çalışılan, bir iş sahibi olunduğunda kısmen dinen ama nihayetinde hazin son geldiğinde bir vicdan azabı gibi kişinin peşini bırakmayan bir duygudan, olgudan söz ediyoruz. Vahşi, sinsi ve saldırgan! Kişiye seçmen dendiği anda bile, kısıtlı seçimlere mahkûm eden bir düzen.

ÖZGÜR YURTTAŞ OLUR MU?
“Yurttaş özgürlükleri normalde başkalarını sizin istediğiniz şekilde hareket etmeye zorlamaz. Benim kendi fikrimi söyleme ve yayımlama hakkım var, fakat herhangi bir gazete bunları basmak zorunda olmadığı gibi, herhangi biri okumak zorunda da değil. Güzelliği kendi gördüğüm şekilde resmetmekte özgürüm, fakat hiçbir müze benim tablomu almak zorunda değil. Ama aynı zamanda, özgürlüklerin koruyucusu olarak devlet insanlara özgürlüklerini yaşayabilmeleri için gereken eşit hakları çıkarabilir ve çıkarır da. Eşitliğe anlamını ve gerçekliğini bu tür haklar verir, özgürlükler ise özgür davranışı şekillendirir ve mümkün kılar. Konuşma, öğrenme, iyileşme ve bakım özgürlüklerini yok etmenin özel yolu, insan haklarını yurttaşlık görevlerine dönüştürüp başkalaştırmaktır. Bu üçüncü yanılsamanın en belirgin özelliği, insanları kamu tarafından desteklenen hak arayışlarının eninde sonunda özgürlüklerin korunmasını sağlayacağına inandırmasıdır. Gerçekte ise toplum profesyonellerin kendi haklarını tanımlamasını meşrulaştırdığı sürece, yurttaş özgürlükleri uçup gider.” diye bitiriyor kitabını İllich.

Uzmanlar ve onların dayattığı araçlar ve gereksinimler arasında yol bulmak kolay mı? Emin değilim. Düzenin esiri olmamak için özel direnç göstermenin ne denli başarılı sonuç vereceğini de kestiremiyorum. Artık doğanın emirleri için de, ona uygun devinen bir insandan söz açmaz olası değil. Çevreyi daraltan, sözleri ve eylemleri kısırlaştıran modern yaşam içselleşiyor. Garip uyarıcılar çağındayız. Bir kitabı dış etken olmadan rahat okumak, bir uykuya didişmeksizin dalabilmek kolay değil. Kaçmaya çalıştığınızda tüm geçmişiniz ve dünyanın yükleri peşinize düşüyor. En önemlisi kendiniz için cesaret edip, risk almaktan uzak durduğunuz bu uzmanlar çağının törenleri, değerleri karşısında, çocuğunuza sormaksızın, onun adına dikilmek de kolay değil. İradesini teslim almak demek. O okulları, doktorları, hukukçuları, bitmek tükenmek bilmeyen danışmanları reddetmek hakkı kimde?

GÜÇLÜ BİR ÇIĞLIK
Ölümü kapıya dayandığında “Üstü kalsın” diyebilen bir Cemal Süreya’dan söz açmak mümkün. Onun şiirinin evreninde gezinmek ve özgürlüğe dokunmak için bir adım daha atmak. Karaburun’da balıkçı tekneleri birer ikişer iskeleye yanaşırken, bu canlı tabloya kadeh kaldırmak da mümkün!

Okuldan kaçmış çocuklar gibi şen ve şımarık oynayan beyaz yakalı uzmanların neşesine kapılıp, biraz olsun hallerinden anlamaksa gerekli. Tuhaf bir tahterevalli de, ertelenmiş öyküler çağındayız. Hep mutlu bir yaşam vaat eden, asla bugün için yaşam önermeyen, sanal gelecekler çağındayız.

Şiir denize karşı atılan güçlü bir çığlıktır. Aylaklık ve işsizlik bir hak!

i'm..

tatlı brit-indie grubusu babybird'ün ugly beautiful albümünden too handsome to be homeless ne güzel sözlerin var senin. yerim.

we are not cool
we are not crazy
we steal cars
because we're lazy
we are not risky
we are not bad
we burn down houses
just to make us sad
i'm too handsome to be homeless
we are not famous
we are not known
we break into hotels
just to feel at home

we cannot read
we cannot write
we makeout in cars
then we set them alight

i'm too handsome to be homeless
we die for pleasure
we kill for fun
we give you children
but we won't make you come

kiss your wives
hug your sons
corkscrew your fingers
round our no-good tongues


yeniden merhaba dünya.

blogun suyu çıkacak yakında. aynı şeyleri tekrarlamaktan yoruldum. birden fazla yerde, biden fazla insana farklı zamanlarda aynı cümleleri kurduğunda suçlu ve şüpheci, farklı şekillerde kurduğunda önceki kurduğun güzel cümleye ihanet etmiş gibi hissetmek beni yordu.

yaşamlarının ta kendisine hapsolmuş insanlar belli ki kendi seçimleriyle hapsettiler kendilerini 3-5 sokaklı iki bakkallı, bir oyun parklı mahallenin içine. göz göre göre, bile isteye kapattılar kendilerini. kendilerine benzer olanların arasında yaşamak istediler. onlardan olmayanları dışladılar. "yerliler"i sevmediler, kabahatlerini buldular. barındırmadılar. kendi yaşam alanlarını oluşturdular ve geçmişlerini yanlarında getirdiler. buradan önceki yaşamlarına ait ufak ayrıntıları taşıdılar yeni hapishanelerine. ve istemedikleri her şeyi dışarıda bıraktılar. sonra o istemedikleri hakkında devamlı atıp tuttular. onlardan olmayan hep kötü olandı. "yılan bile kırcaaliliyle bir çuvala girmek istememiş." efsaneleri yarattılar, sonra bu söylemlerden kendilerine destek yaptılar. sadece kendilerinin "iyi", diğerleri'nin hep kötü olduğu savunma mekanizmaları oluşturdular. oysa onlar diğerleri'ni hiç tanımadı. onlar hakkında sadece büyüklerinden duydukları vardı, dedikodular vardı. bir insana hatasını bulacağım, gözüyle bakarsan hatasını bulursun. bir de bu vardı. ne gözle bakarsak öyle görürüz. nasıl istersek öyle işitiriz, öyle algılarız. az sayıda da olsa gördüğüm tüm küçük yerler sendromu'ndan mustaripler az ya da çok böyleydi ve pursaklar istisna değil.

bir haftalık ankara pursaklar uzay istasyonu macerası bana bebek bezi değiştirmeyi ve kucakta bebek uyutmayı öğretti. bir annenin çocuğunu kimseyle paylaşmak istememesini ve onu herkesten kıskanmasını anlamaya çok yakınım.